Oysa başta diyabet hipertansiyon obezite gibi birçok hastalığın tedavisinde ilaçlar ve diyetle birlikte düzenli yapılacak egzersizler tedavi
Oysa başta diyabet hipertansiyon obezite gibi birçok hastalığın tedavisinde ilaçlar ve diyetle birlikte düzenli yapılacak egzersizler tedavi
Bu yazımda son günlerde bana en çok sorulan soruların bir kısmına cevap vermeye çalıştım. Diğer konulara da daha sonraki yazılarımda değineceğim. PCR testim pozitif çıktı yada Covid benzer belirtilerim var ne yapmalıyım ? Eğer ateş, öksürük, nefes sıkıntısı başta olmak üzere covid’e ait olabilecek herhangi bir belirti varsa en kısa zamanda bir sağlık kuruluşuna müracaat etmek gereklidir. Covid enfeksiyonu diğer bir çok akut enfeksiyonun aksine çok farklı belirti ve semptomlarla ortaya çıkabilmektedir. Covid’e ait çok sayıda semptom olmakla birlikte covid’e spesifik ve tanı koydurucu bir belirti yoktur. Bu ayırım ancak uzman bir hekim tarafından yapılabilir. PCR negatif ise covid olmadığım anlamına gelir mi ? PCR negatif olması covid ile temas etmediğiniz yada hasta olmayacağınız anlamına gelmez. Virüs ile temas ettikten sonra 2-4 gün test negatif kalabilir. Klinik pratikte bir hafta on gün hatta tüm süreç boyunca negatif kalan hastalarımızı görmekteyiz. Tek başına PCR yeterlimi ? Covid enfeksiyonu tanısında en önemli test şüphesiz PCR testidir. Ancak tek başına yeterli değildir. Tanıda hangi testler uygulanıyor ? PCR + olan yada PCR negatif olsa bile şüpheli klinik bulguların olduğu durumlarda birtakım başka testlerde mutlaka yapılmalıdır. Bu testler tutulumun şiddetinin belirlenmesi, hastalığın seyrinin nasıl olacağının az çok tahmin edilmesi ve takibi amacıyla mutlaka uygulanmalıdır. Öncelikle kişinin sağlık durumunu incelemeye yönelik karaciğer ve böbrek fonksiyonlarını ölçen testler, tam kan sayımı değerleri ve ihtiyaç varsa kan elektrolit düzeyleri D ve B vitamini gibi düzeyleri mutlaka bakılmalıdır. CRP, Ferritin, D dimer, CK, CKMB, troponin ve fibrinojen değerlerinin hepsi yada hekimin uygun görecekleri tespit edilmelidir. Bunlar tanıda ve takipte yol gösterici olacaktır Hastalığın seyri nasıl, kişisel farklılıklar var mı ? Covid 19 çok farklı klinik tablolar ile karşımıza çıkabilmektedir. Hiç belirti olmadan hastalığı geçirenler olduğu gibi bazen kas ağrıları, halsizlik, mide bağırsak yakınmaları, hafif ateş gibi belirtilerle ortaya çıkabilir. Bazen de solunum yetmezliği, çoklu organ yetmezliği ile karşımıza gelebilir. Önemli olan nokta belirtilerin çok değişken ve bazen hızla ağırlaşabilir olmasıdır. Bu durumu belirleyen kronik hastalıkların olup olmaması, kişinin bağışıklık durumu gibi öngörülebilir yada öngörülemeyen bir çok kişisel faktör vardır. Dolayısıyla klasik bir klinik tablo yoktur ve kişiden kişiye çok farklılık gösterebilir. Tedavi de neler yapılıyor, klasik bir tedavi varmı ? Covid 19 enfeksiyonu için bilinen ve kanıtlanmış spesifik bir tedavi yoktur. Ancak corona virüse karşı kısmen de olsa etkin olduğu bilinen antiviral ilaçlar kullanılmaktadır. En başta favipiravir olmak üzere bu ilaçların tüm spekülasyonlara rağmen hastalığın iyileşme süresini kısalttığı, klinik tablonun ağırlaşmasını bir çok vakada engellediği gibi faydalı etkileri uluslararası yayınlarda gösterilmiştir ve kullanılmaktadır. Ancak unutulmaması gereken en önemli konu tedavinin büyük ölçüde destek tedavisi olduğudur. Bu tür virüs enfeksiyonları bağışıklık sistemimizde bir çok yararlı mekanizmayı aşırı etkileyerek zararlı ve yıkıcı hale getirmekte olup tedavi bunun üzerine inşa edilmektedir. Hastalığın seyri ve klinik tablo tamamen bireysel farklılıklarla belirlendiği gibi tedavi de tamamen bireysel ve kişiye özeldir. Standart ve herkese aynı şekilde uygulanan kalıp bir tedavi yokdur. Hastayı takip eden ve değerlendiren hekim her kişi için gerekli tedaviyi belirleyecek ve takibe göre tedavinin şeklini düzenleyecektir. Çok önemli ve maalesef ülkemizde bunca başarılı çalışmaya rağmen gözden kaçan bir nokta PCR + çıkan herkese daha başlangıçta aynı standart ilaçların verilmesi ve hastanın takip edilmemesidir. Oysa her semptomu olan her teması olan ve tabi ki PCR + olan hastaların en başta bir uzman hekim tarafından değerlendirilmesi, radyolojik ve laboratuvar incelemelerin yapılarak tedaviye karar verilip yakın takip edilmesidir. Hastalık son derece atipik seyretmektedir, başlangıçta çok hafif olan semptomlar bir anda ağırlaşabilmektedir. Çoğu kere semptomlar ile radyolojik ve laboratuvar bulguları uyumlu olmamakta, hiç semptom yokken ciddi akciğer tutulumu yada pıhtılaşma bozuklukları oluşabilmektedir. Dolayısıyla mutlaka ve mutlaka yakın hekim takibi ihmal edilmemelidir.
Tüm dünyada dengeleri sarsan, günlük yaşam alışkanlıklarımızı tümüyle değiştiren corona enfeksiyonu nedeniyle farklı bir atmosfer ve farklı zorluklar altında bir ramazan ayına giriyoruz. Her yıl usule uygun tutulursa sağlığa yararlı olduğu bilinen oruç ile ilgili birçok soru işaretleri belirmekle birlikte bu yıl salgın nedeniyle farklı sorular ve sorunlarla karşı karşıyayız. Kimler oruç tutar, kimler tutamaz? Oruç tutarken nelere dikkat etmek gerekir? Oruçta beslenme rejimi nasıl olmalıdır? İftarda ve sahurda nelere dikkat etmek gerekir gibi bir çok sorunun cevabı bu günkü ortamda değişmiş olup yeni cevaplar bulunması gerekmektedir. Öncelikle oruç ancak sağlıklı insanların yerine getirebileceği bir ibadettir. Diyanet işleri Başkanlığı ilgili kurullarının da bu yönde her yıl yaptığı açıklamalar mevcuttur. Herhangi bir şekilde sağlık sorunu olanlar, yaşlı ve hamileler mutlaka oruç tutma kararını vermeden önce doktoruna danışmalı, onun önerileri doğrultusunda orucu düşünmeli yada hiç tutmamalıdır. Kimlerin oruç tutamayacağı sorusu mevcut enfeksiyon koşullarında ve bağışıklık sistemimizin durumu da göz önüne alınarak yeniden cevaplanmalıdır. Bu karar en doğru bir şekilde hastanın hekimi tarafından bireysel ve kişiye özel olarak verilebilir. Daha önce stabil durumda olan hipertansiyon ve başlangıç dönem diyabet hastalarına, astım hastalarına ve bazı stabil durumdaki kronik hastalara belli koşullara dikkat ederek oruç tutabileceklerini söylüyorken bu yıl en küçük bir kronik hastalık belirtisi olanların oruç tutmaması tavsiye edilecektir. Bu salgın döneminde bağışıklık sistemimizin güçlü olması en önemli belrleyici faktör olduğundan bağışıklığımızı güçlü tutmak enfeksiyona karşı direncimizin de güçlü olmasına zemin hazırlayacaktır. Bu yıl ki ramazan ayı’nın yine oldukça uzun ve sıcak günlere denk gelmesi nedeniyle oruç tutma süresinin uzaması bununda gerek kan şekeri düşüklüğü ve gerekse ciddi sıvı kayıplarına sebep olması kaçınılmazdır. Bu açıdan bakıldığında özellikle şeker hastaları, kalp ve tansiyon hastaları ve böbrek hastalığı olan kişilerin çok daha dikkatli olmaları gerektiği görülmektedir. Bu durum göz önüne alındığında çok istisnai durumlar dışında şeker hastalarının oruç tutmamaları gerektiği açıktır. Özellikle gün boyunca oluşacak şeker düşüklüğü (hipoglisemi) ciddi hayati sonuçlar doğurabilecektir. Gün içinde aşırı şeker düşüklüğü ve iftarın hemen ardından ortaya çıkacak ani şeker yüksekliği şeker hastaları için son derece risklidir ve ölümle bile sonuçlanacak sonuçlar doğurabilir. Sıvı kaybı diğer gruplarda da önemli olmakla birlikte özellikle böbrek hastalarında çok daha önem kazanmakta, sınırda böbrek yetmezliği olan kişilerde ani böbrek fonksiyon kaybı ile birlikte ciddi böbrek yetmezlikleri ortaya çıkabilmektedir. Kalp damar hastaları ve yüksek tansiyonlularda da özellikle damar içi sıvı kaybına bağlı ani tansiyon değişiklikleri oluşabilmekte, damar içi pıhtılaşmanın kolaylaşmasıyla kalp krizleri ve felçler tetiklenebilmektedir. Bu ve benzer nedenlerle özellikle kalp damar hastaları, böbrek hastaları, şeker hastaları yüksek risk altındadır ve mutlaka doktorlarına danışmadan orucu düşünmemelidirler. Bu hastalık gruplarında oruç tutmak bağışıklığı daha da zayıflatabilir. Ayrıca mide barsak hastalıkları olanlar ve özellikle mide kanaması geçirmiş bulunanlar ile kanser hastalarının oruç tutmamaları gerektiği gibi hamilelerin de oruç tutmamaları hem anne hem bebek açısından gereklidir. Özellikle düzenli ve belirli saatlerde ilaç kullanması gerekenler de hastalıkları ağır olmasa da oruç tutmamalıdır. Covid 19 açısından bakıldığında enfeksiyon nedeniyle risk grubunda olanların oruç tutmamaları daha uygun olur. Bu risk grupları özellikle 45 yaş üstü ve kronik hastalığı olanları kapsamaktadır. Eğer yeterli uyku düzeni, yeterli ve dengeli beslenme sağlanamayacağı düşünülüyor ve enfeksiyon açısından bulaş riski yüksek ise ileri yaş grubunda sağlıklı olsalar bile oruç tutulmaması daha uygun olur. Covid pozitif olanların hasta olmasalar bile oruç tutmamalıdırlar. Hasta olan ve tedavi alanların tedavi ve tedavi sonrası birkaç haftalık süreçte de oruç tutmamaları gerekir.
Tüm sağlık hizmetimizi kalabalıktan uzak ve butik muayenehane ortamında ayrıca istenirse mobil cihazlarımızla ev ortamında riski en aza indirerek yaparak kronik hastalarımız ve yaşlılarımızı korumaktayız. Bu nedenle çekinmeden kontrollerinizi yaptırabilirsiniz. Corona virüs enfeksiyonunda herkes risk altına olmakla birlikte, dünya genelinde yapılan gözlemlerden anlaşılan, özellikle hipertansiyon, diyabet, KOAH, kronik bronşit, guatr, kalp yetmezliği, kronik karaciğer hastalıkları, böbrek hastalıkları başta olmak üzere kronik hastalığı olanlar daha büyük risk altındadır. Özellikle yaş ilerledikçe hastalığa yakalanma ve ölüm riski artmaktadır. Bu risk büyük ölçüde kronik hastalıkların etkisiyle ve yaş ilerledikçe bağışıklık sisteminin zayıflaması ile ilgilidir. Birden fazla kronik hastalığın olması riski de katlayarak artırmaktadır. 50 yaşın altında sağlıklı bireylerde düzenli besleniyor ve önlemlere uyuluyorsa başkaca bir tedbir almaya ve bağışıklık güçlendirici tedavi yapmaya gerek yoktur. Ancak kronik hastalığı olanların bağışıklık sistemini güçlendirecek destek almaları gerekebilir. Bu destek tedavileri bireyseldir, kişiye özeldir ve bir hekim tarafından planlanmalıdır. Kronik hastalıkların takibi ve tedavisi yaşam kalitesi açısından her zaman önemli olmakla birlikte bu dönemde çok daha önemlidir. Özellikle kronik hastalığı olan kişilerin mutlaka kontrollerini düzenli ve zamanında yaptırmaları ve gerekirse destek tedavileri almaları gereklidir. 50 yaş üzerinde olup herhangi bir hastalığı olmayanlar da mutlaka sağlık kontrolünden geçirilmeli, fark edilmemiş, gözden kaçan risk faktörleri mutlaka değerlendirilmeli ve bireysel risk analizi yapılarak buna uygun önlemler alınmalıdır. Corona virüs riskine karşı bu günlerde alacağımız en önemli tedbirlerden biri de toplu ve kalabalık alanlardan uzak durmaktır. Özellikle düzenli tedavi ve kontrolleri yapılması gereken, 50 yaş üzeri ve kronik hastalığı olanların bu muayene ve kontrollerini kalabalık hastane ortamlarında yaptırmak yerine butik klinik ve muayenehane ortamlarında yaptırmaları daha uygundur. Tüm hizmeti kalabalıktan uzak ve butik muayenehane ortamında riski en aza indirerek yapmaktayız. Ayrıca istenirse mobil cihazlarımızla ev ortamında kontrollerini gerçekleştirerek kronik hastalarımız ve yaşlılarımızı korumaktayız. Bu nedenle çekinmeden kontrollerinizi yaptırabilirsiniz.
Küresel ısınma belki de hiç ciddiye almadığımız önemli konulardan biri. Ancak sessiz sedasız hayatımızı etkilemeye başladı çoktan başladı bile. Ortaya çıkan iklim değişiklikleri daha şimdiden hayatımızı ciddi olumsuzluklara itmekte. Hekim olarak ilk dikkatimizi çeken son yıllarda gerek üst ve gerek alt solunum yolları enfeksiyonlarının geçen yıla göre çok daha sık karşımıza çıktığı. Bunun nedeni öncelikle kış ayına rağmen havaların ılıman geçmesi, kar yağmaması. Hava şartlarının bu şekilde seyretmesi bir çok virüs ve bakteri için uygun üreme ortamı oluşturduğundan sinüzit, farenjit gibi üst solunum yolları hastalıklarının yanı sıra zatürre, bronşit gibi alt solunum yolları enfeksiyonları da giderek daha da artmaktadır. Küresel ısınmanın getireceği sağlık sorunları solunum yollarıyla sınırlı kalmayacaktır. Kuraklık ve sağlıklı içme suyu kaynaklarının azalması da bir çok sağlık sorununu birlikte getirecektir. Artık daha önce seyrek gördüğümüz tifo, paratifo, kolera gibi enfeksiyonlarla önümüzdeki dönemde sıkça karşılaşmamız kaçınılmazdır. Sıcaklık artışı birçok böcek türünün üremesini de artıracak ve bu şekilde bozulan doğal dengeyle birlikte böceklerle yayılan sıtma gibi hastalıklarda ciddi artış olması kaçınılmaz olacaktır. Küresel ısınma vücudun bağışıklık sistemini kötü etkileyerek birçok hastalığa davetiye çıkarmaktadır. Ayrıca mevsimsel değişiklikler vücudun biyoritmini önemli ölçüde etkileyerek bahar yorgunluğu denilen belirtilerin artışına sebep olacaktır. Aşırı halsizlik, yorgunluk, isteksizlik, güçsüzlük sıklıkla duyduğumuz şikayetler haline gelmiştir. Depresyon ve benzeri psikolojik rahatsızlıklarda ise bariz artış gözlemlenmektedir. Bütün bu olumsuzluklar aslında kişisel anlamda alacağımız çok basit tedbirlerle önlenebilir ve en azından kendi üzerimizde küresel ısınmanın olumsuz etkilerini azaltılabilir. Küresel ısınmanın yol açabileceği sağlık sorunlarına karşı kişisel olarak alınması gereken önlemleri de şöyle özetlenebilir. Mutlaka yeterli sıvı alınmalı, temiz ve açık havada düzenli yürüyüşler yapılmalı, beslenme alışkanlığına dikkat etmeli, düzenli beslenilmeli, bol meyve ve meyve suyu tüketilmeli, beslenmede sebzelere, özellikle yeşil sebzelere ağırlık verilmeli, odaları sık sık havalandırılmalı ve sigara, alkol gibi alışkanlıklar bırakılmayı veya en aza indirilmeli.
Yaşlanma bedensel değişimlerle birlikte fizyolojik, psikolojik ve sosyal değişimleri kapsayan kompleks bir olaydır. Yaşlılar Egzersiz Yapmalı Mı? Egzersiz her yaş grubunda ve sağlıklı insanlarda da çok önemli olmakla beraber yaşlanma ile birlikte çok daha fazla önem kazanmaktadır. Yaşlanma bedensel değişimlerle birlikte fizyolojik, psikolojik ve sosyal değişimleri kapsayan kompleks bir olaydır. Herhangi bir hastalık olmasa bile çoğu organ fonksiyonlarında değişme ve fonksiyon kaybı ile kendini gösterecektir. Bu durum normal koşullarda önemli bir organ yetmezliği görülmeyen kişilerde küçük travma, enfeksiyon, stres durumlarında abartılı sorunların ortaya çıkmasına neden olacaktır. Egzersiz ve bununla birlikte uygulanacak sağlıklı yaş alma uygulamaları, yaşlanma ile ortaya çıkan birçok sorunun önlenmesine ve daha kolay tahammül edilmesine yardım edecektir. Maalesef egzersiz programları hazırlanması konusunda sağlık profesyonellerinin de yeterli bilgi birikime ve deneyime sahip olmadıkları ve egzersizin önemi konusunda yeterli bilinçlendirmeyi ve hastayı egzersize heveslendirmeyi yapamadıkları bilinmektedir. Aynı zamanda yaşlı ve birden çok hastalığı olanlarda genellikle egzersize karşı bir isteksizlik ve direnç de gözlenmektedir. Oysa doğru tedavi ve sağlıklı beslenme koşullarının oluşturulması ile birlikte uygulanacak düzenli egzersiz yaşlanma ile ortaya çıkan birçok hastalığın tedavisini çok daha kolaylaştıracak özellikle diyabet, hipertansiyon, KOAH gibi çok sık karşılaştığımız hastalıklarda ilaç ihtiyacını da azaltacaktır. Farklı sağlık sorunları nedeniyle çok fazla sayıda ilaç kullanmak zorunda olan bu grup hastalarda ilaç sayısının azaltılması ve ilaçların uzun dönemdeki zararlı etkilerinden korunulması çok önemli bir konudur. Egzersizin kanıtlanmış olumlu etkileri: Sigara içiyor olsalar bile ölüm oranlarında azalma, ortalama yaşam beklentisinde artma, İskelet kas gücü, aerobic kapasite ve kemik yoğunluğu artışı, giderek artan hareketlilik ve bağımsızlık duygusu Obezite riskinde azalma Kalp krizi geçirmiş bile olsa, uygun rehabilitasyon sonrasında kalp damar hastalıkları, osteoporoz, kolon kanserleri, ve psikiyatrik bozuklukların önlenmesi ve tedavisi Kas elastikiyeti, eklem fonksiyonunu ve direnci artması ile birlikte denge koordinasyonu sağlanarak, düşme ve düşmeye bağlı hasarların minimuma indirilmesi, Özellikle organ faaliyetlerinde artmış fonksiyonel kapasite, Sosyal uyumun ve yaşam kalitesinin artırılması Kendini iyi hissetme duygusu Muhtemelen uyku kalitesinde artma Egzersiz Programı Hazırlanması Egzersizden maksimum fayda sağlanması ancak doğru bir egzersiz programının düzenlenmesi ile mümkündür. İyi planlanmamış, doğru uygulanmamış egzersiz programları fayda yerine zarar getirebilir. Yaşlı grupta egzersiz planlaması yapmak için öncelikle çok detaylı bir klinik ve laboratuvar değerlendirilmesi yapılmalıdır. Özellikle kalp damar sisteminin durumu ve performansı belirlenmeli, yaşlanma ile ortaya çıkabilecek ve çoğu kere tanı konulmamış diyabet, hipertansiyon, troid sorunları gibi durumların incelenmelidir. Aynı şekilde hiç bir sağlık sorunu bulunmasa bile beyin yapı ve fonksiyonları, böbrek, karaciğer fonksiyonları, akciğer yapı ve fonksiyonları ve solunum kapasitesi başta olmak üzere tüm vücut fonksiyonları ayrıntılı dökümante edilmeli ve egzersiz programlarının kişiye özel olduğu unutulmamalıdır. Hazırlanacak program dört tip egzersizin bileşimi olmalıdır. Dayanıklılık, kas güçlendirme, denge eğitimi, esneklik unsurlarını içermeli, egsersiz bileşenleri hastanın fizyolojik kapasitesine ve mevcut hastalıklarına göre ayarlanmalıdır. Fiziksel yetersizlik, düşük yaşam kalitesi ve ölüm gibi kötü sonuçlara yol açabilen, genel ve ilerleyici kas kütlesi ve kuvvet kaybı ile karakterize bir sendrom olarak tanımlanan ve yaşlanma ile sıklıkla ortaya çıkan sarkopeni açısından mutlaka değerlendirilmeli ve egzersiz programı buna göre yönlendirilmelidir. Yüksek duyarlıklı bölgesel kas güçlendirme programları çoğu kere sarkopeni’nin tedavisinde yeterlidir. Su sporlarını içeren bir egzersiz programı özellikle eklem sorunları olan hastalar için daha uygun olabilir Çok yorucu olmayan basit bahçe hobileri, düz yürüme, bisiklet, yüzme faydalı olabilir. Egzersiz planlamasında temel amacın mümkün olduğunca çok kalori yakmak olmadığı bu grup hastalarda egzersizin sağlayacağı bazal metabolizma hızlandırılmasının çok daha önemli olduğu unutulmamalıdır. Bu grup hastalarda ağırlık çalışmaları yerine daha düşük dirençli basınçla çalışan ve medical fitness için geliştirilmiş özel makinalar tercih edilmelidir. Kişinin kullandığı ilaçlar mutlaka çok iyi sorgulanmalı, kullanılan ilaçların egzersiz sırasında oluşturabileceği sorunlar konusunda uyanık olunmalıdır. Özellikle bazı sakinleştirici ilaçlar sinir iletiminde yavaşlama ve kas sisteminde güç kaybına yol açabilirler. Egzersiz rejimleri ile bunlarda doz ayarlanması gerekebilir. Ayrıca egzersiz bu ilaçlara ihtiyacı da azaltabilir.
Gastroözofagial reflü ya da sık bilinen adıyla mide reflüsü günlük pratikte çok sık rastladığımız ve basitçe mide içeriğinin yemek borusuna geri kaçması diye anlatabileceğimiz bir hastalıktır. Belirtileri Nelerdir? Genellikle göğüs arkasında yanma, boğazda acılık ve acı su hissi, ağıza mide içeriğinin geri gelmesi, bazen göğüs ağrısı, yutma güçlüğü, boğazda takılma hissi, mide şişkinliği, hazımsızlık ve bazen karın ağrısı yakınmaları ile ortaya çıkar. Hastalar asit ve enzimli mide içeriğinin yemek borusuna dönmesini, göğüs arkasında yanma olarak hisseder bazen de bunun boğaza ve boyuna yansıdığını ifade eder. Yanma ve baskı tarzında olan bu yakınmalar yemekten sonra artar ve saatlerce sürebilir. Bazı olgularda bu şikayetler hafta da 2 veya daha fazla olabilir. Bazen de yutarken gıdaların takılması, kanama, kilo kaybı da bu şikayetlere eşlik edebilir. Bu problemlerin tamamı gastroözofajiyal reflü hastalığı olarak isimlendirilir. Reflü çoğu kere klasik belirtilerle ortaya çıkarken sıklıkla da bir kalp ya da akciğer hastalığını düşündüren bulgularla da ortaya çıkabilir. Nefes yollarına kaçan mide asidi bir astım atağını tetikleyebilir ya da yanlış olarak astım tanısı konmasına neden olabilir. Bazen göğüsdeki yanma hissi kalp damar hastalıklarında görülen angına pectoris ile ve hatta kalp krizleri ile karışabilir. Reflü kronik ve sebebi izah edilemeyen öksürük, horlama ve ses kısıklığı ile de ortaya çıkabilir. Zaman içinde yemek borusu mide içeriği ile tahrip olur ve yapısı bozulursa ciddi yutma güçlüğü görülebilir. Nadiren de bulantı kusma ve kusmukta kan izlenebilir. Reflü Nasıl Oluşur? Normalde mide yüzey hücreleri mide içine hidrojen iyonu salgılarlar, bu nedenle mide içeriği çok güçlü bir asit olma özelliğine sahiptir. Ayrıca yine mideden salgılanan sindirim enzimleri de normal doku için son derece tahriş edicidir. Mide olağanüstü bir mekanizma ile yüzeyinde oluşturduğu mukus tabakası ile kendini bu asit ve mide enzimlerinden korur. Boğazdan göğüs kemiği (iman tahtası) arkasından ilerleyen yemek borusu diafram dediğimiz göğüz ve karın boşluğunu birbirinden ayıran zar hizasında mide ile birleşir. Gastroözofagial bileşke dediğimiz bu bölgede mide ile yemek borusu arasında organik bir kapak yapısı olmamakla birlikte gerek anatomik yapı ve gerekse mide ile yemek borusu arasındaki basınç farkından dolayı fonksiyonel bir kapak görevi üstlenmiştir ve akış yemek borusundan mideye doğrudur. Çeşitli nedenlerle bu mekanizma bozulur ve mide içeriği yemek borusu hatta boğaza kadar gelirse bu bölgede koruyucu mukus tabakası olmadığından mukoza tahrip olur ve belirtiler ortaya çıkar. Sebepleri Nelerdir? Reflü, mide fıtığı, kanserler, mide ülserleri gibi bazı organik mide ve yemek borusu hastalıklarında görülmekle birlikte çok büyük bir kısımda sebep organik değil tamamen fonksiyoneldir ve yukarıda bahsettiğimiz mekanizmanın doğru çalışmaması ile ilgilidir, bu mekanizmayı bozan en önemli sebepler ise aslında tam da modern hayatın getirdiği sağlıksız yaşam koşullarıdır. Düzensiz beslenme, hızlı yemek yeme, sağlıksız gıda tüketimi, düzensiz uyku, kilo alımı, sigara ve alkol tüketimi reflüye en çok neden olabilen etkenlerdir. Hamilelik sıklıkla reflüye neden olur. Toplumda Sıklığı Ne Kadardır? Toplumun beşte biri en az ayda bir kez yanmadan şikayet edebilir. Bu hastaların beşte biride her gün bu semptomlardan şikayetçidir. Özellikle stres altında çalışan ve düzensiz beslenen iş insanlarında reflü çok sıktır. Nasıl Tanı Konulur? Reflü tanısı çoğunlukla hastanın şikayetlerinin iyice dinlenip incelenmesi ve muayene ile konulur ve çoğu kere ek bir incelemeye gerek kalmaz. Ancak organik olabilecek sebeplerin ve karışan durumlarda bir kalp akciğer hastalığının ekarte edilmesi amacıyla birtakım incelemeler yapılabilir. Basit bir ultrason işlemi ile safra kesesi hastalıkları ve kalp, akciğer muayenesi ile kalp ve akciğer hastalıkları dışlanabilir. Her hastada endoskopik inceleme gerekmez ancak klinik muayene bulguları ve laboratuvar tetkikleri organik bir sindirim sistemi hastalığı düşündürüyorsa, reflü yakınmaları atipik ve inatçı ise mutlaka endoskopi yapılmalıdır. Bu işlemle basit mide fıtıklarının da tanısı kolaylıkla konulabilecektir. Endoskopi sırasında özellikle yemek borusu alt ucundan biyopsiler de alınarak patolojik inceleme yapılabilir. Yemek borusu asiditesinin ölçülmesi pratikte sık kullanmadığımız ancak gerektiğinde yapılabilecek testlerdir. Tedavi Nasıl Yapılır? Tedavide amaç asitli ve tahriş edici madde içeren mide içeriğinin yemek borusuna dönüp mukoza ile uzun süre temasını engellemektir. Reflü sebeplerini düşündüğümüzde tedavinin en önemli ayağının da yaşam tarzı ve beslenme alışkanlıklarının değiştirilmesinin olacağı belirgindir. Düzenli hayat, düzenli uyku, düzenli beslenme, alkol ve sigaranın bırakılması ile reflü belirtilerinde önemli rahatlama sağlanabilir. Özellikle yanmaya neden olabilecek yağlı ve baharatlı gıdalar ile çikolata, kahve, gazlı içecekler ve gaz yapıcı gıdalardan uzak durulmalıdır. Kilolu hastalar mutlaka zayıflamalı, çok sıkı giyecekler kullanılmamalıdır. Özellikle hızlı yemek yiyenlerde reflü belirtileri sıklıkla görüldüğünde öğün düzeni mutlaka korunurken yavaş yenmelidir. Yatmadan 2-3 saat öncesinden beslenme durdurulmalı ve su dışında bir şey tüketilmemelidir. Gece yatarken yastık başının hafifçe yükseltilmesi de iyi bir tedbir olabilir. Bu basit tedbirlerle çoğu kere ilaç tedavisine ihtiyaç kalmadan şikayetler rahatlayabilir. İlaç tedavisi gerektiğinde hekiminiz sizin için doğru olan tedaviyi planlayacaktır. Gastroözofagial reflüde çoğu kere cerrahi tedavi gerekmez. Ancak ileri reflü durumlarında, tedavilerin yetersiz kaldığı durumlarda, organik ve tedavi ile düzeltilemeyen bir sorunlarda, yemek borusu alt ucunu asit nedeniyle tahrip olup daralma belirtileri gösterdiğinde cerrahi tedavi seçeneği düşünülebilir. Cerrahide de yüzde yüz başarı şansı yoktur. Doğrusu bu belirtileri hissettiğinizde yaşam tarzı ve beslenme alışkanlıklarınızda küçük değişiklikler yaparak sorunu büyümeden çözmenizdir. Önceliğimiz sağlığınızdır. Sağlıklı günler dilerim.
Nüfusun yaşlanması beraberinde yeni sorunları da getirmektedir ve getirecektir. Bu bir yandan yeni ekonomik maliyetler getirirken diğer taraftan sağlık sistemimiz içinde de buna yönelik yeni düzenlene, planlama ve stratejilerin geliştirilmesini gerektirecektir. Yıllarca nüfusunun gençliği ile övünen ve genç nüfusa sahip olmanın avantajını kullanan Türkiye’de de toplum giderek yaşlanıyor. Dünya Bankası verilerine göre Türkiye’de doksanlı yılların başında yüzde 4,3 olan 65 yaş üstü nüfusun 2020 yılında yüzde 7,7 olmasını beklenirken güncel veriler %9 civarını göstermektedir. 2001 yılında 2.38 olan doğurganlık hızı 2017 yılında 2.07 seviyesine düşmüş olup, bu oranın son yıllarda daha da düştüğü tahmin edilmektedir. Türkiye’nin doğusu ile batısı arasında doğurganlıkta ciddi farklar bulunmakla birlikte genel olarak tüm bölgelerde doğurganlık azalmaktadır. Doğurganlığı artırmak için ‘en az üç çocuk’ gibi söylemlerin de rakamlara yansımadığı, aynı şekilde yaşlanan Türkiye’nin ‘çalışabilir’ nüfus oranı da hızla azaldığı görülmektedir. Türkiye, nüfusun ‘yenilenme düzeyi’ olarak kabul edilen 2.10 seviyesinin de gerisinde kalmıştır. Nüfusun yaşlanması elbette beraberinde yeni sorunları da getirmektedir ve getirecektir. Bu bir yandan yeni ekonomik maliyetler getirirken diğer taraftan sağlık sistemimiz içinde de buna yönelik yeni düzenlene, planlama ve stratejilerin geliştirilmesini gerektirecektir. Özellikle sosyal güvenlik anlamında çalışan nüfusun emekli nüfusa oranının azalması sosyal güvenlik kurumları açısından ciddi maliyet artışlarına neden olacaktır. Ülkemizde son yıllarda yaşanan erken emeklilik ve emeklilikte yaşa takılanlar sorunu tam da bundan kaynaklanmaktadır. Sağlık politikaları ve sağlık sorunları açısından da yeni bakış açılarına ihtiyacımız vardır. Yaşlı hasta birçok yönden normal erişkinden farklıdır. Klinik belirti ve bulgular, tedavi yaklaşımları ve daha birçok parametre yaşlıda farklıdır, dolayısıyla sağlık yönetimleri, sağlıklı yaşlanma ve yaş alma çalışmaları buna göre planlanmalıdır. Türkiye’de beklenen yaşam süresinin kadınlarda 75.7, erkeklerde 70.7 iken 65 yaş üstü nüfusun hastaneye kabullerin yüzde 50’sini oluşturduğu belirlenmiştir. Yani hastane yatışlarının %50’ den fazlasını 65 yaş üstü grup oluşturmaktadır. Yaşlanma aslında doğumla birlikte başlayan fizyolojik bir süreçtir ve bu sürecin çok erken yaşlardan itibaren doğru yönetilmesi ilerleyen yaşlarda ortaya çıkabilecek olan birçok sağlık sorunun engellenerek sağlıklı yaşlanma değil yaş almanın sağlanması açısından önemlidir. Burada hem kişisel olarak hem de genel sağlık politikaları açısından yapılacak çok şey vardır. Geriatrik hastada; hastalık etkenleri, belirtileri ve bulguları farklıdır. Organ sistemlerindeki çoklu hastalıklar ve çoklu ilaç kullanım ihtiyacı sıktır. Değişik düzeylerdeki zihni bozukluklara sıklıkla rastlanmaktadır dolayısıyla yaşlı hasta grubu multidisipliner yaklaşım gerektirir. Diyabet, hipertansiyon, çeşitli kanserler ve kalp damar hastalıkları başta olmak üzere endokrin ve metabolik hastalıklar, beslenme ve sıvı elektrolit bozuklukları, kronik karaciğer hastalıkları, otoimmün ve kollagen doku hastalıkları, böbrek yetmezlikleri, kronik solunum yetmezlikleri, hematolojik hastalıklar sıklıkla rastlanmakta, çoğu kere bu hastalıkların bir kaçı bir arada bulunabilmekte, bu durum da bazen polifarmasi dediğimiz çok sayıda ilacın bir arada kullanılması gereğini doğurmaktadır. Çoklu ilaç kullanımı ise başlı başına bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Doğru ilaçların ve doğru ilaç kombinasyonlarının belirlenmesi uzmanlık gerektiren bir iştir. Yaşlıların tedaviye verdikleri cevap, ilaç etkileşimleri ve ilaç dozları erişkin gruptan önemli farklılıklar gösterirken aynı zamanda karaciğer ve böbrek başta olmak üzere birçok organın fonksiyon durumu ilaç doz ayarlamasını etkileyecektir. İç hastalıkları uzmanı ve aile hekimi bu durumu yönetmekte öncelikle sorumludur. Yaşlı hastada metabolizmanın yavaşlaması ve ek bir takım organ hastalıkları, beslenmenin çok daha önemli hale gelmesi sonucunu doğuracaktır. Sağlıklı ve doğru beslenme hem yaşlanmayı geciktirecek hem de birçok kronik hastalığın etkin tedavisinde rol oynayacaktır. Yaşlılarda beslenme programının doğru belirlenmesi bir iç hastalıkları uzmanının işi olmakla birlikte diyetisyen desteği gerekli durumlarda mutlaka sağlanmalıdır. En çok karşımıza çıkan sıvı alımı ile ilgili sorunlar mutlaka erkenden fark edilmeli ve gereği yapılmalıdır. Yaşlı hasta grubunda nörolojik, psikiyatrik ve zihinsel sorunlar da karşımıza sık olarak çıkacaktır. Doğru bir nörolojik ve psikiyatrik değerlendirme mutlaka gerekli olmakla birlikte organik birçok sorunun yaşlı hastada bilişsel sorunlarla ve başka nöropsikiatrik tablolarla karşımıza çıkabileceği unutulmamalıdır. Nörolojik hastalıklar ile sistemik ve organ hastalıklarında ortaya çıkan zihni bozukluklar doğru şekilde değerlendirilmeli ve ayrımı doğru yapılmalıdır. Aksi durumda tedavi edilebilir bir organik hastalığı olan bir yaşlı yıllarca gereksiz yere Alzheimer tedavisi alabilir. Nörolog ya da psikiyatrist açısından bakıldığında genç hastalardakine benzer bir klinik tablo beklenmeksizin yeni bir psikiyatrik tablo sergileyen her yaşlıda genel tıbbi nedenler titizlikle araştırılmalıdır. Hipertansiyon ile Alzheimer hastalığı arasındaki ilişki klinik olarak Alzheimer’ın ortaya çıkmasından 15 ile 20 yıl öncesine dayanmaktadır ve basitçe hipertansiyonun doğru tedavisi Alzheimer riskini önemli ölçüde azaltabilir. Koroner by-pass ameliyatlarında nörokognitif bozukluklar ve kişilik değişimleri operasyon sonrası hastaların yaklaşık yüzde 80’inde görülmekte ve cerrahi sonrası 5 yılda da hastaların yüzde 42’sini etkilemektedir. Ağrı tedavisi yaşlılarda diğer kronik hastalıkların tedavileri arasında çoğunlukla göz ardı edilmekte, yetersiz ağrı tedavisi, yaşlıların hayat kalitesinde ve fonksiyonelliğinde önemli kısıtlamalar getirmektedir. Bu hastalarda sosyal izolasyon ve depresyon sıklıkla karşımıza çıkabilmektedir. Özelikle demans (bunama) gibi iletişim bozukluğu olan ve şikayetlerini anlatamayacak derecede düşkün yaşlılarda ağrıyı objektif olarak değerlendirerek uygun bir tedavi stratejisi belirlemek oldukça zordur. Yaşlı hastalarda kalp damar sistemini veya diğer sistemleri tutan ek patolojiler bulunabileceğinden bu hastalarda cerrahi tedaviye karar verirken çok daha titiz davranılmalıdır. Cerrahi tedavi mutlaka gerekiyorsa, bu girişimin öncelikle genel anestezi altında hastayı tamamen uyutmak suretiyle yapılıp yapılamayacağı ortaya konmalıdır. Hastanın genel anestezi alması sakıncalı ise başka yöntemler düşünülmelidir. Uyku sorunları yaşlılarda yine çok sıklıkla karşılaşılan durumlardır. Yaşlanma ile birlikte uykunun kalitesi ve zamanlaması değişir, sirkadyen ritim çevreye göre erkene kayar. Erken yatmaya, erken kalkmaya eğilim artar. Gün içi kestirmeler fazladır. Gündüz uykululuk hali özellikle başka kronik hastalıklar da varsa artar. Jetlag, vardiyalı çalışma gibi hızlı faz değişikliklerine uyum azalır. Yaşlılarda uyku bozukluğunun sebepleri ise nörolojik ya da psikiyatrik problemlerle beraber bir o kadar da kronik hastalıklar ve bunların tedavisi için kullanılan İlaçlardır. Bakım evlerinde uyku sorunları çok fazladır, çözümü için ise her yaşlıda bu açıdan sorgulama yapılmalıdır. Bu noktada eğitimli personel önemlidir. Yaşla uyku apnesi sıklığı artar. Horlama, tanıklı apne, gündüz uykululuk araştırılmalıdır. Özellikle demanslı hastalarda uykusuzluk sık görülür. Sonuç olarak yaşlanma önlenemeyen bir fizyopatolojik süreçtir ve bu süreç mutlaka iç hastalıkları ve nöroloji uzmanının yakın çalışması ile yönetilmelidir. Doğru yönetilirse hepimiz son derece sağlıklı, yüksek yaşam kaliteli ve keyifli bir yaşlılık dönemi geçirebiliriz. Önceliğimiz sağlığınızdır. Sağlıklı günler dilerim.
Düzenli sağlık kontrolü her yaşta gerekli ve birçok hastalığın erkenden tanınması ve önlenmesi açısından çok önemlidir. Günümüz tıp teknolojisinin geldiği noktada tedavi edici hekimlik ile birlikte önleyici (prevantif) tıp uygulamaları giderek önem kazanmakta ve bilimsel olarak uygulanmaktadır. Koruyucu hekimlik hizmetlerinin hastalıkların önlenmesinde devlet politikası haline gelmiş olması önemli ve değerlidir. Ancak bu nokta da sadece devlet tarafından önlemler alınması yeterli değildir ve bireysel olarak da bir şeyler yapmamız gerekmektedir. Hastalıkların önlenmesinde kişisel koruyucu önlemler konusunda hepimiz bilinçlenmeli ve sağlığımızı korumak için gerekli önlemleri almalıyız. Hastalıkların ve bireysel risk faktörlerinin erkenden tespit edilerek tedavi edilmesi ya da ilerde oluşabilecek sağlık sorunlarının belirlenerek tedbir alınması da koruyucu hekimliğin en önemli ayaklarından birisidir. Tüm dünyada sağlık sigortası yapan şirketler riski ve maliyetlerini azaltabilmek adına hem sigortanın başlangıcında hem de devamında düzenli aralıklarla müşterilerine genel kontrol anlamına gelen check up yaptırmaktadırlar. Peki check up ne anlama gelmektedir? Check up ile tüm hastalıkların erkenden tanısı mümkün müdür? Check up sonuçları normal çıkan bir kişinin tamamen sağlıklı olduğundan bahsedebilir miyiz? Farklı check up paket uygulamaları ne ifade etmektedir? Bu soruların doğru cevapları check up’tan ne anladığımız ve check up içinde neye baktığımızdır. Maalesef günümüz uygulamalarında check up tamamen bir ticari araca dönüşmüş olup algı operasyonları ile müşteri çekmeye çalışan tanıtım ve reklamlarla sıklıkla karşılaşmaktayız. Doğru check up nedir sorusunun cevabını bulmaya çalışalım. Öncelikle check up mutlaka bir hekim tarafından yönetilmelidir. Standart hazırlanmış birkaç tahlil, ultrasonografi vb. eklenerek oluşturulan paketlerle yapılan check uplar bir anlam ifade etmez. Bunlar kağıt üzerindeki sayılar olmaktan ileriye geçemez. Check up diye standart bir uygulama olamaz, yapılacak olan sağlık kontrolü kişiye özel ve bireyseldir. Her kişi için aşağıda anlatacağım şekilde farklı bir yol ve yöntem izlenmelidir. Önce kişinin her yönüyle analiz edilmesi gereklidir. Yaşı, cinsi, boyu, kilosu, aile öyküsü yani ailede bilinen hastalıklar, daha önce geçirdiği hastalık, kaza ve diğer her türlü sağlık sorunu not edilmelidir. Yapılan aşılar ve diğer uygulamalar mutlaka sorgulanmalıdır. Kişinin yaşam tarzı, sosyal konumu, beslenme şekli ve diğer alışkanlıkları, psikolojik etkenler tek tek ayrıntılı irdelenmeli ve not edilmelidir. Ardından hekim tarafından hastanın fizik muayenesi tüm sistemlere ayrıntılı bir şekilde bakılıp not edilerek fizik muayene bulguları değerlendirilmelidir. Tüm bunlardan sonra bireysel risk faktörleri belirlenmelidir. Yapılacak olan laboratuvar testleri tüm bireysel risk faktörlerini ayrıntılı şekilde inceleyecek şekilde planlanmalıdır. Her kişi için ayrı bireysel tetkik listesi hazırlanmalıdır. Böylelikle gereksiz tetkiklerden, kişinin gereksiz radyoaktiviteyle karşılaşmasından ve gereksiz birçok maliyetten kaçınılmış olur. Örneğin biri için kolonoskopi mutlaka gerekirken diğerleri için çoğu kere gereksiz kalabilir. Bayanlarda basit bir meme muayenesi, basit smear testi belli yaş gruplarında olmazsa olmaz iken diğer yaşlarda gereksiz olabilir. Aynı durum erkek hastalar içinde geçerlidir. Belli yaştan sonra prostat işaretçilerine mutlaka bakılmalıdır. Tüm muayene ve laboratuvar bulguları bir araya getirildikten sonra tekrar hekim tarafından değerlendirilmeli ve gerekiyorsa farklı branşlardan uzman hekimlerle konsültasyon yapılmalıdır. Gerekiyorsa ileri düzey tetkikler tekrar planlanmalıdır. Son değerlendirmenin ardından mevcut hastalıklar belirlendikten sonra hastalığı varsa tedavi için ilgili uzmanlara yönlendirilmeli, varsa belirlenen uzun vadeli bireysel risk faktörlerinin ortadan kaldırılması için koruyucu hekimlik önlemleri ile birlikte yaşam koşullarında ve beslenme alışkanlıklarında değişiklik, egzersiz, psikolojik destek ve tamamlayıcı tıp unsurları kullanılmalıdır. Çok önemli bir husus yapılan tahlillerin doğru yorumlanmasıdır. Aslında sadece check up için değil tüm durumlarda da bu konu önemlidir. Laboratuvar tahlilleri hiçbir zaman tek başına bir değer ve anlam ifade etmeyen rakamlardan başka bir şey değildir. Bunlara bakarak konunun ehli olmayan, hastayı muayene etmemiş olan herhangi birinin bir sonuç çıkarması mümkün değildir. Klinik ve muayene bulguları ve bireysel özelliklerle birlikte yorumlandığında bir anlam kazanırlar. Örneğin tümör işaretçileri bakılan bir kişide bunların normal olması kanser bulunmadığı yada pozitif olması kanser bulunduğu anlamına gelmez. Bunlar ancak kanser tanısı almış hastada takipte değerlidir. Yine başka bir örnek RF testi pozitif olanın Romatoid Artrit olduğu ya da negatif olanın romatoid artrit olmadığı sonucu çıkmaz. Buna benzer örnekleri yüzlerce çoğaltabiliriz. Günlük pratikte maalesef biz hekimlerin en çok karşılaştığı sorun cep telefonlarımıza gönderilen ve bunlarla fikrimiz sorulan tahlil sonuçlarıdır. Sonuç olarak check up çok ciddi, kapsamlı ve bütünsel bir iştir. Birkaç radyolojik inceleme ve laboratuvar incelemesi değildir. Birkaç yüz liralık paketlerle yapılacak bir şey hiç değildir. Bu tür paket ve kampanya uygulamaları hiçbir işe yaramadığı gibi çoğu kere ‘‘check up yaptırdım normal çıktı benim bir sorunum yok’’ düşüncesi ile çok değerli bir zamanın kaybına yol açmaktadır. Aslında bizim düşüncemiz check up diye bir uygulama yapmamak bunun yerine bireysel risk değerlendirmesi uygulamaları ile kişilerin sağlıklı kalmasını sağlamaktır.
Gerçekten Vitamin Ve Mineral Desteğine Hepimizin İhtiyacı Var Mı? Görsel, yazılı ya da sosyal medya ortamında her gün karşımıza çıkan doktor, diyetisyen, beslenme uzmanları ve daha birçok kaynak sürekli olarak bizlere bir şeyleri yememiz ya da yemememiz konusunda uyarılarda bulunuyor. Farklı reklam ve tanıtım kaynaklarında birbirinden farkı öneriler duyuyor görüyoruz, kafamız bir hayli karışık. Vitamin ve mineraller de en çok gündemde olan konulardan birisi. Nedir bu işin aslı? Gerçekten vitamin ve mineral desteğine hepimizin ihtiyacı var mı? Bunların fazlası zarar getirir mi? Rahatlıkla ve kontrolsüzce kullanabilir miyiz? Yoksa bu yapılan yayınların çoğu ticarimi? Aslında sağlığımız çokta umurlarında değil mi? Doğal üretim koşullarının bozulması ile sebze ve meyvelerin vitamin, mineral ve besleyici değerlerini kaybettikleri için takviye ilaçlar almamız gerektiği doğru mu? Vitamin ve mineraller vücudumuzda hayati öneme sahip, metabolizmamızın her aşamasında gerekli olan maddeler ve yapı taşlarıdır. Eksiklerinde önemli yaşamsal sorunlar ortaya çıkar. Organ fonksiyonlarımız bozulur. Her vitamin ve mineralin vücudumuzda farklı görevleri ve eksikliklerinde ortaya çıkan farklı sorunlar vardır. Bunların tek tek anlatılması bu yazının konusu olmamakla birlikte yaşamsal fonksiyonlarımız için bunlara mutlaka ihtiyacımız olduğunu söyleyebiliriz. Bu maddeler doğada çok yaygın olarak bulunmakla birlikte vücudumuz için gereken miktarları oldukça düşüktür. Normal sağlıklı beslenen ve sağlıklı yaşayan bir insan, herhangi bir başka hastalık ya da ihtiyacı artıran ilave bir durum, örneğin bir mide barsak sorunu, gebelik vb. olmadıkça gereği kadar vitamin ve mineralleri doğal yollarda rahatlıkla alabilir. Doğanın bozulduğu, çevresel faktörlerin vitamin ve mineral ihtiyacını arttırdığı doğru olsa bile bu böyledir. Vitamin ve mineral ihtiyacının fizyolojik olarak arttığı gebelik, emzirme vb. durumlarda bile beslenme düzeni sağlanarak bu ihtiyaç rahatlıkla karşılanabilir. Çok özel koşullar dışında ilave vitamin ve mineral takviyesi gerekmez. Pratikte bizim gördüğümüz pahalı vitamin ve mineral takviyelerinin çok büyük bir oranda gereksiz olduğudur. Vitamin ve minerallerin eksikliği kadar fazlası da en az o derecede ve hatta bazen çok daha zararlıdır. Birçok vitamin ve mineral fazlasının bazen yaşamı tehdit edecek düzeyde toksik ve zararlı etkileri mevcuttur. Örnek olarak fazla K vitamini alınması kanda pıhtılaşma eğilimini artırarak kalp krizi ve beyin felçlerine sebep olabilir, Potasyumun fazlası kalp durmasına yol açabilir. Fazla miktarda alınan A, C, E vitaminlerinin mide barsak kanserlerime eğilimi artırdığı yolunda şüphelerimiz mevcuttur. Kalsiyumun ve D vitamininin fazlası kas güçsüzlüğüne, kas kramplarına, böbrek taşlarına ve iskelet bozukluklarına yol açabilir. Bu örnekleri yüzlerce çoğaltabiliriz. Unutmamamız gereken bir diğer konu her ilacın aslında bir kimyasal madde olduğu ve tedavi dozları aşıldığında zehir etkisi yaptığıdır. Özellikle herhangi bir hastalığı olanlar hekim tarafından önerilmedikçe asla bu preparatları kullanmamalıdır. Aslında vücudumuzun doğasında fazla alınan her türlü maddeye karşı bir savunma mekanizmamız vardır. Mide barsak sistemimiz birkaçı hariç gıdalarla aldığımız her türlü vitamin ve mineralin ihtiyaç fazlası kısmını emmez ve kana karıştırmaz. Yani ağızdan aldığınız pahalı vitamin ve mineral ilaçlarının çoğu pahalı bir dışkı oluşturmaktan başka bir işe yaramaz. Normal koşullarda aslında sadece beslenmemize dikkat ederek, mümkün olduğunca doğal ve düzenli beslenerek, günlük beslenmemizde her gurup gıdayı dengeli ve ölçülü bir şekilde tüketerek çok daha sağlıklı bir şekilde ihtiyacımız olan vitamin ve mineralleri sağlayabiliriz. İhtiyacımız olan her şey aslında çok yakınımızdadır ve uzakta aramaya pahalı takviyeler almaya gerek yoktur. Yapmanız gereken tek ve doğru şey hekiminiz ile ilişkinizi yakın tutup düzenli sağlık kontrolleri yaptırmanızdır. Hekiminiz sizin her türlü durumunuzu değerlendirecek, risk faktörlerinizi belirleyecek ve eğer ilave bir vitamin, mineral ya da başka bir desteğe ihtiyacınız varsa bunu en doğru dozu ve kullanım şeklini belirleyerek size yardımcı olacaktır. Hiçbir vitamin ve mineral masum değildir ve hekim kontrolü olmadan asla kullanılmamalıdır. Bir destek tedaviye ihtiyacınız olduğunu düşünüyorsanız ticari reklamların etkisinde kalmadan, kulaktan dolma bilgilerle hareket etmeden mutlaka hekiminize danışınız.
Günlük pratikte gerek tip1 ve gerek tip 2 diyabette gereksiz yüksek dozlarda ve sağlıksız insülin kullanıldığı sıklıkla gözlemlenmektedir. İnsülin hormonu günlük enerji gereksinimlerimize göre kan şekerinin birkaç yol üzerinden düzenleyen hayati bir hormondur. Pankreasta üretilen insülin dokular üzerinde hücre duvarında bulunan insülin algılayıcılarına bağlanarak kanda serbest olarak dolaşan şekerin hücre içine girmesini ve enerji kaynağı olarak kullanılmasını sağlar. Dolayısıyla insülin diyabet tedavisinde kullanılan en önemli ilaçlardan birisidir. Diyabetin oluşmasında doğrudan sorumlu olan insülin hormonu tip1 ve tip2 diyabette ayrı mekanizmalarla şeker hastalığının oluşmasına neden olur. Tip1 diyabette pankreasın yeterli insülin üretememesi sonucu insülin eksikliği ve buna bağlı olarak kan şekeri yüksekliği mevcuttur. Tip2 diyabette ise temel mekanizma dokulardaki insülin algılayıcıları insüline karşı hassasiyetini kaybetmesi ve bir insülin direnci gelişmesidir. Buradan görüleceği üzere Tip1 diyabette tek tedavi seçeneği mevcut koşullarda sadece eksik olan insülini yerine koymaktır. Tip2 diyabette ise tedavi dokularda insülin direncini kırmaya yönelik ilaç ve diğer tedavileri içerir. Ancak yıllar içerisinde Tip2 diyabette de bir insülin eksikliği gelişmektedir. Görüldüğü üzere her iki tip diyabette de insülin tedavisi çoğu kere tedavinin olmazsa olmazı olarak yer almaktadır. Ancak günlük pratikte gerek tip1 ve gerek tip2 diyabette gereksiz yüksek dozlarda ve sağlıksız insülin kullanıldığı sıklıkla gözlemlenmektedir. Çoğu kere hastalarımız ihtiyaçları olandan çok daha fazla insülin kullanmaktadırlar. Bu neden kaynaklanmaktadır diye baktığımızda başlıca şu sebepleri görüyoruz. Hastanın diyetine ve beslenme düzenine uymaması sebebiyle kan şekerinin beklenenden daha yüksek çıkması ve yüksek kan şekerine karşı daha çok insülin kullanma ihtiyacının doğması. Yeterli ve düzenli egzersiz yapılmaması. Stres faktörünün göz ardı edilmesi. Çoğu kere hekimler tarafından da gözden kaçırılan kişisel faktörlerin yeterince incelenerek kişiye özel bireyselleştirilmiş tedavi uygulanamaması. Hastanın yaşam tarzı ve beslenme alışkanlıkları, sosyal ortamı, psikolojik durumu göz önüne alınmadan sadece mevcut kan şekeri takipleriyle insülin dozlaması yapılmaya çalışılması. Hastanın gün içerisindeki kan şekeri değişimlerinin yeterince incelenememesi. Kan şekeri düşüklüğü ve yüksekliği ilişkisinin çoğu kere ilişkilendirilememesi. Bu durumu basit bir şekilde çok sık yaşadığımız bir durumla örneklendirirsek yemek öncesi ölçülen kan şekeri yüksek olan hasta normal hesaplanan dozdan bir miktar fazlasını yapma ve az yeme eğilimindedir. Yapılan bu yüksek insülin aslında birkaç saat sonra kan şekerinin beklenenden fazla düşmesiyle sonuçlanacak ve kişi genellikle bunu hissedemeyecektir. Oysa vücudun kan şekerini sabit tutmaya çalışan insülin karşıtı bir sistemi de mevcuttur. Bu düşük şeker bu sistemi uyararak bir sonraki öğünden önce kan şekerinin beklenenden daha fazla yükselmesine yol açacak ve öğün öncesi açlık şekeri daha yüksek ölçülerek daha yüksek insülin yapılacak, bu kısır döngü gün içerisinde hatta günler haftalar boyunca devam edecek ve hastanın insüline yeterli cevap vermediği düşünülerek sürekli insülini artırma yoluna gidilecektir. Bu da bir süre sonra hastanın çok yüksek doz insülinlerle kontrol edilemeyen bir kan şekeri tablosuyla karşımıza gelmesine sebep olacaktır. Günlük pratikte çoğu kere gözden kaçırılan bu ayrıntıdır. Günümüzde gün içerisinde bölünmüş çoklu insülin tedavileri tip2 diyabet hastalarında da sıklıkla kullanılmaktadır. Oysa tip 2 diyabet hastalarında çoklu insülin tedavileri çoğu kere gereksizdir ve çok özel durumlarda kullanılabilir. Hastalarımızın büyük kısmı diğer koşullar ayarlanırsa tek doz insülin tedavisi ile yeterli tedavi alabilirler. Anlaşılacağı üzere diyabet tedavisinde diyet, egzersiz ve diğer tamamlayıcı tedavi yöntemleri çoğu kere yeterli olmakta ve özellikle tip2’de insülin kullanımına gerek kalmamaktadır. Burada hekimin ve diyetisyenin her hastayı bir birey olarak ele alıp ona uygun tedavi ve diyet yöntemlerini geliştirmesi çok önemlidir.
Oksidatif stres ve inflamasyonun olduğu fibromiyaljide antioksidanlardan zengin bir beslenme önemlidir. Sağlıklı bağırsak florası ve Akdeniz tipi taze meyve ve sebzelerden zengin beslenme fibromiyaljinin semptomlarının hafifletilmesinde önerilmektedir. Fibromiyalji Sendromu yaygın ağrı, spesifik anatomik bölgelerde hassasiyet, yorgunluk, uyku düzensizliği, spastik kolon gibi klinik belirtilerle karakterize, kronik bir kas iskelet sistemi hastalığıdır. Yaygın kas iskelet sistemi ağrıları bulunmasına karşın, fizik muayene, laboratuar bulguları ve radyolojik tetkikler normaldir. Akdeniz tipi beslenmede taze meyve ve sebze, zeytin, zeytinyağı, kurubaklagiller, tam tahıllar, yağlı tohumlar günlük beslenmenin büyük bir yerini kaplarken yumurta, tavuk, balık, yarım yağlı süt ürünleri ikinci önemli basamağını oluşturur. Kırmızı et ve et ürünleri ise düşük düzeyde tüketilmektedir. Antioksidan besinlerden bazılarına örnek olarak ise yaban mersini, böğürtlen, brokoli, domates, ıspanak, yeşil çay, kırmızı üzüm, greyfurt, çilek verilebilir. Mono sodyum glutamat (MSG) ve aspartamın yüksek dozlarda tüketilmesi nörotoksik etkiye sebep olduğundan mono sodyum glutamat kısıtlaması yapmak fibromiyaljinin semptomatik tedavisinde etkilidir. Bu nedenle monosodyum glutamat içeren hazır çorbalar, etsuyu ve tavuksuyu bulyonları, cipsler, hazır soslar, salam, sucuk, sosis, donmuş hazır köfteler ve et yemekleri gibi yiyeceklerden uzak durulmalıdır. Fibromiyalji tanılı hastaların BKİ değerleri sağlıklı bireylere göre yüksek olduğundan metabolik sendrom açısından da risk grubunda bulunurlar. Kiloları fazla fikromiyalji tanılı hastaların yaşam kalitesi daha düşük, ağrı puan skorları ve fiziksel disfonksiyonları daha yüksek olmaktadır. Bu hastaların dinlenme metabolik hızının daha yavaş olabileceğinden hastanın TSH, T3, T4 düzeyleri kontrol edilmeli ve hastaya uygun egzersiz, vitamin ve mineral desteği, hormon tedavisi verilmelidir. Bu hastalarda hipotiroidi saptanması durumunda semptomların daha belirgin görüleceğinden iyot eksikliğinin önlenmesi önemlidir. Demir yetersizliği anemisi olan bireylerde fibromiyalji görülme ihtimali daha fazla olduğundan demir düzeyleri kontrol edilmeli ve gerekirse takviye alınmalıdır. Demir içeriği yüksek olan besinlere örnek olarak kırmızı et, karaciğer, yumurta, pekmez, kurubaklagiller, yeşil yapraklı sebzeler verilebilir. Ancak unutulmamalıdır ki vücutta en iyi emilen ve kullanılan demir hayvansal kaynaklardır yani kırmızı ettir. Demirden zengin besinleri tüketirken beraberinde çay, kahve, kola, ayran, yoğurt, kepekli ürünler gibi vücutta demir emilimini azaltan besinler tüketilmemeli bunların yerine bol yeşillikli ve limonlu salata, portakal suyu, yeşil biber gibi demir emilimini arttıran C vitamininden zengin besinler tercih edilmelidir. Fibromiyalji hastalarında görülen D vitamini eksikliğinin ağrı üzerindeki etkisi nedeniyle D vitamini eksikliğine karşı önlem alınmalı ve takip edilmelidir. Fibromiyalji varlığında selenyum, çinko ve magnezyum gibi mikrobesin öğelerinin antioksidan özelliklerinden fayda sağlanabilir. Çinkodan zengin beslenmek için kümes hayvanları, kırmızı et, kabak çekirdeği, mercimek, fındık, badem, karides, kenevir tüketilebilir. Selenyum içeriği yüksek olan besinler; mantar, ayçiçeği çekirdeği, ton balığı, somon, beyaz ve kırmızı et, tam buğday ekmeği, kuruyemişler, yağlı tohumlardır. Magnezyum için ise yeşil yapraklı sebzeler, muz, fındık gibi yağlı tohumlar, kurubaklagiller, kakao, avokado, tam tahıllar, deniz ürünleri tüketilebilir. Zerdeçal, doğadaki en güçlü anti-inflamatuarlardandır. Zerdeçalın etken maddesi kurkumin ağrıyı keser. Bu nedenle fibromiyalji hastalarının her gün zerdeçal tüketmesi fayda sağlayacaktır. Fibromiyalji tanısı almış hastalara uygulanan; asetil-Lkarnitin, koenzim Q10, Ginkgo biloba, kollajen hidrolizatı ve S-adenosil-L-metionin gibi birçok tedavinin, FM ile birlikte görülen semptomlardan bazılarında iyileşme sağladığı, kronik yorgunluk sendromunu ve ağrıları azalttığı, yaşam kalitesini artırabildiği ancak, tüm semptomlarda iyileşme sağlamadığı bildirilmiştir. Sonuç olarak fibromiyaljide beslenmenin renkli ve çeşitli taze meyve ve sebzelerden sağlanan antioksidanlardan zengin olması oldukça önemlidir. D vitamini, magnezyum düzeyleri takip edilerek takviye alınması gerekebilmektedir. Diyetisyen Betül OVA
Kan basıncı yüksek olan bir insan için en önemli tehlike, bunun tespit edilmesidir, çünkü kimi şaşkınlar bu yüksek kan basıncını düşürmeyi deneyebilirler. ( Hay, Brit Med J, 1931) Hipertansiyon, kontrol edilebilir olsa bile dokunulmaması gereken önemli bir kompansatuar (koruyucu, telafi edici) mekanizmadır. (Paul Dudley White 1931) Esansiyel hipertansiyonlu çoğu vak’aya tedavi gerekmediği gibi tedaviye hiç kalkışılmaması daha da hayırlıdır. Genellikle bu kişilere kan basınçları hakkında ne kadar az bilgi verilirse o kadar iyi olur. (scott, Tice’s Practise of Medicine, 1946) Şimdi yukarıdaki satırları okuduğunuzda kim söylüyor bu deli saçmalarını diyorsunuzdur sanırım. Ama bu sözler bir zamanların çok ünlü doktorlarına ait ve zamanın en önemli tıp dergilerinde ve klasik kitaplarında yer bulmuş, kabul görmüş görüşler. Ayrıca bu görüşler öyle birkaç yüz yıl öncesine de değil 1930-1950 dönemine ait. Günümüzün en sık rastlanan sağlık problemlerinden biri olmasına rağmen hipertansiyon konusundaki gerçekten doğru bilgilenmemiz ve hipertansiyonu öğrenmeye başlamamız biz hekimler için bile maalesef 40-50 yıl gibi bir zaman dilimine dayanmaktadır. Hipertansiyonun ne denli önemli bir sağlık sorunu olduğunun fark edilmesi ile birlikte bütün dünyada çok kapsamlı araştırmalar başlamış, birçok tedavi yöntemi ve ilaç denenmiş ve denenmektedir. Bu gün için bile tüm dünyada üzerinde en çok tartışılan, konuşulan ve her gün yeni bir ilaç ve tedavi yöntemi geliştirilen ciddi bir sağlık sorunu olmaya devam etmektedir. Aslında önlenebilir bir sorun olmakla birlikte dünyada ölüm nedenleri arasında bir numaralı risk faktörü olmaya devam etmektedir 2000 yılı itibariyle dünyada erişkin nüfusun % 26.4’sının hipertansiyonu olduğu ve bu oranın 2025 yılında % 29.2’ye çıkacağı öngörülmüştür. Bir diğer deyişle, halen bir buçuk milyarın üstünde insanın hipertansiyonu ya da hipertansiyon riski vardır ve 25 yıl sonra bu rakam 2,5 milyarı aşacaktır. Türk Kardiyoloji Derneği’nin son yıllarda ülkemizde yaptığı önemli bir çalışma Türkiye’de hipertansiyon sıklığının neredeyse % 45 e ulaştığını göstermektedir. Hipertansiyonun farkında olunması anlamında; tüm dünyada ve ülkemizde nerdeyse % 40-50 civarında hasta hipertansiyonu olup bunun farkında değildir. Yani kişi hipertansiftir, çok önemli bir düzeltilebilir risk faktörü taşımaktadır ancak bundan haberi yoktur. Bir diğer sorun hipertansiyonun tedavisindeki başarı oranlarımızdır. Son yıllarda yapılan bunca çalışmaya, bunca yeni ve çok modern tedavi yöntemleri ve ilaçlara rağmen hipertansiyon tedavi başarı oranları oldukça düşüktür. Hipertansiyonun farkında olup bir şekilde bir sağlık kuruluşuna başvuran ve tedavi altına alınan hastalarda tansiyon değerlerinin ideal olan değerlere indirildiği ve hipertansiyonun bir risk faktörü olmaktan çıkarıldığı hasta yüzdesi de tüm dünya ülkelerinde az çok farklılıklar olmakla birlikte % 20 civarını geçememektedir. Sonuç olarak tüm hipertansiflerde tedavi edilme oranları % 10 civarında kalmaktadır. Yani her 100 hipertansiyonlu hastadan ancak 10’u tedavi edilebilmektedir. Peki neden böyledir? Neden başarı oranlarımız bu kadar düşüktür? Burada çok fazla sayıda faktör sayılabilir; Öncelikle hipertansiyonun çoğu kere bir belirti ve şikayete yol açmaması ve tesadüfen bir ölçümle ortaya çıkması: Türk Hipertansiyon ve Böbrek Hastalıkları Derneği tarafından gerçekleştirilen çalışmalarda daha önce hiç tansiyon ölçtürmemiş insanların oranı % 40’ ı geçmekte hipertansiyonu olup da tedavi alanlar ise % 30 dolayında kalmaktadır. Hastaların hipertansiyonun ne olduğu, sebep sonuç ilişkileri anlamında yeterli bilinçlenmemiş olması; Hipertansiyon anlaşılmaz bir şekilde ciddiye alınmamakta birçok kalp ve böbrek hastalığının aslında hipertansiyon nedeniyle ortaya çıktığı, ölümcül kalp ve beyin sorunlarının olabileceği düşünülmemektedir. Her hasta için en uygun olan etkin tedavi yönteminin doğru belirlenememesi; Bu sorun ülkemizde olduğu kadar gelişmiş ülkelerde de çok önem kazanmaktadır. Maalesef hipertansif hasta için gerekli ve yeterli düzeyde inceleme çoğu kere yapılmamakta veya yapılamamakta, hekimlerin ilaç tercihi çoğu kere yüzeyel bilgilere dayanmakta, olay yüksek tansiyon, bir tansiyon ilacı reçetesi noktasına kadar indirgenebilmektedir. Uygunsuz ilaç seçimi, ilaçlara bağlı yan etkiler, tansiyonun yetersiz kontrol edilmesi hasta uyumunu olumsuz etkilemekte ve hastalar çoğu kere tedavilerini yarım bırakmaktadır. Hipertansiyonun kronik bir hastalık olması, çok uzun süreli takip gerektirmesi; Bütün bilinçlendirme çalışmalarına rağmen hastalarımızın birçoğunda hala hipertansiyonun bir nezle grip gibi birkaç ilaçla bir süre sonra düzelebileceği algısının bulunması. Her şeye rağmen hastaların uyumsuz olması, uzun süreli tedavilerde ilaçlarını düzenli ve zamanında kullanmaması. Beslenme ve yaşam tarzının getirdiği olumsuz katkının hep göz ardı edilmesi, özellikle tuz tüketiminin kontrol edilememesi, hipertansiyon tedavisinde ilaç tedavisi kadar önemli olan sağlıklı yaşam ve beslenme ilkelerinin umursanmaması ve göz ardı edilmesi. Yaşadığımız olumsuz çevre koşulları ve doğal olmayan beslenme koşullarının bebeklikten itibaren ilerleyen yaşlarda oluşacak hipertansiyon için zemin hazırlaması. Yukarıda bahsedilen başlıkların her biri ayrı bir yazının konusu olabilecek nitelikte aslında uzun uzun incelenmesi ve tartışılması gereken konulardır. Hipertansiyon konusunda birkaç bölümlük bir yazının aslında giriş kısmı olabilecek bu bölümün yazılmasının amacı öncelikle hipertansiyonun farkında olmanın vurgusunu yapabilmektir. Gerek hastalarımız ve gerekse hekimlerimizin ihmal ettiği bu konu hipertansiyonun doğru tanımlanmasının, sebep sonuç ilişkileri ve komplikasyonlarının iyi incelenmesinin önündeki en önemli engeldir. Önümüzdeki yazılarda konuya devam edilecek ve hipertansiyonun nedenleri, sonuçları ve tedavileri üzerinde durulacaktır.
Aşılar ve aşı yaptırma son zamanlarda önemli spekülasyon konusu, kafamız karışık. Doğru cevapları birlikte bulalım... Grip Aşısı Yaptırmalı Mı? Aşılar ve aşı yaptırma son zamanlarda önemli spekülasyon konusu ve bilgi kirliliği alanlarından birisidir. Sağlık alanında da ticari kaygılar çoğu kere sağlık kaygılarının önüne geçmektedir ve aşıların mutlaka yapılması gerektiği, özellikle konumuz olan grip aşısının çok önemli olduğu konusunda yaygın bir görüş ve baskıya rağmen aşı konusunda ciddi kaygıları olan bir kesimde mevcuttur. Konuyu doğru anlamak basit birkaç temel bilgiyi bilmekle mümkün olacaktır. Grip üst solunum yollarında influenza A, B, ve C grubu virüslerin yaptığı ve çok büyük oranda selim seyirli bir enfeksiyon olmakla birlikte, özellikle vücut direnci düşük risk gruplarında önemli hayati risklerle de seyredebilecek bir hastalıktır. İnfluenza A virüsleri taşıdıkları iki ana antijenik yapıya göre H1, H2, H3 ve N1, N2 alt sınıflarında gruplanırlar. Bu grup virüsler kuş, domuz gibi hayvanları da enfekte edebilmektedir. Kuş gribi, domuz gribi gibi tanımlama ve yanlış algılamalarda buradan kaynaklanmaktadır. Maalesef ki kuş gribi korkusuyla milyonlarca kanatlı hayvanımız bu nedenle itlaf edilmiştir bir zamanlar. Yine domuz gribi korkusu yayılarak domuz gribi aşısına önemli miktarlarda paralar harcanmıştır. Tüm virüslerde olduğu gibi grip virüsleri de her salgın sırasında genetik yapılarını değiştirebildiklerinden tüm grip virüslerine yüzde yüz etkili aşı geliştirmek teknik olarak mümkün değildir. Yani aşı olsanız bile grip olma ihtimaliniz mevcuttur. İnfluenza B gribi ise İnfluenza A enfeksiyonlarına göre daha hafif gidişli olup çocuk yaş gruplarında sıktır. İnfluenza C virus enfeksiyonları ise az sıklıkta görülür. Epidemilere yol açmaz ve çoğu olguda subklinik olarak gider. Grip hastalığı çoğu kere birkaç gün süren bir üst solunum yolları enfeksiyonu tablosu ile seyretmekle birlikte seyrek olarak bir takım sorunlarla da sonuçlanabilir. En sık olarak görülen alt solunum yolları enfeksiyonu bazen viral ve bazende fırsatçı bakterilerin eklenmesi ile ortaya çıkan zatürre tablolarıdır. Yaşlı, diyabetik ve başka risk faktörü olan hastalarda zatürre tablosu ölümcül olabilmektedir. İnfluenzaya karşı bağışıklama amacıyla kullanılan aşılar başlıca iki gruptur. İnaktif virüs aşıları ve hastalık yapma gücü zayıflatılmış canlı virüslerin kullanıldığı aktif aşılar. Bizim ülkemizde kullanılan aşılar daha çok ölü virüslerle yapılan inaktif aşılardır. Her yıl mevsimsel grip virüsü değişebildiğinden o yıl uygulanacak grip aşısının içeriği Dünya Sağlık Örgütü tarafından bir yıl önce salgın yapan virüs tiplerinin belirlenmesi ile geliştirilmektedir ve aşı ancak yapıldığı sezon için etkili olmaktadır. Koruyucu etki aşı uygulamasından iki hafta sonra başlayacağı için uygun aşılama zamanı da Ekim ve Kasım ayları olarak tavsiye edilmektedir. Koruyucu etki 6-8 ay sürmektedir. Grip aşısı sonrası %15-20 oranında aşı yerinde ağrı, kızarıklık, şişlik oluşabilir. Diğer yan etkiler ise son derece nadir olarak nitelense de % 1 civarındadır ve ateş halsizlik karın ağrıları olabilir. Aşıya bağlı olarak alerjik reaksiyonlar çok nadir olmakla birlikte mümkündür ve hatta ölümcül alerjik reaksiyonlar olabilir. Grip aşısı sonrası grip hastalığının görülme ihtimali sıfır değildir ve yukarıda saydığımız nedenlerden dolayı kişi yine de grip olabilir. Ancak inaktif virüs kullanıldığından aşıya bağlı grip hastalığı oluşamaz. Aşı herkese yapılabilecek olmakla birlikte; 6 aylıktan küçük çocuklara, gebeliğin ilk üç ayında, ciddi yumurta allerjisi olanlara ve ilaç yada başka bir maddeye karşı aşırı hassasiyeti olduğu bilinenlere uygulanmamalıdır. Aşı yapılması özellikle tavsiye edilebilecek olanlar; 65 yaşın üstündekiler, Kronik hastalığı olan ve bakım evlerinde veya rehabilitasyon merkezlerinde toplu yaşayan insanlar, Astım, KOAH, kanser, kronik kalp ve akciğer hastalığı gibi hastalığı olup enfeksiyondan korunması gereken hastalar, Diyabet, böbrek yetmezliği, çeşitli kan hastalıkları gibi kronik hastalıkları bulunanlar, Yabancı ülkeye seyahat planlayanlar ve daha birkaç özel durumda kişilerin aşılanması tavsiye edilmektedir. Tüm bu bilgilerin ışığında aşı yapıp yapmama konusunu bireysel olarak değerlendirmek uygun olacaktır. Aşı hakkında insanların en sık bilgi aldığı kaynak doktorlar yada sağlık personeli iken aşı yaptırıp yaptırmama kararında en etkili faktörün medya olduğu açıktır. Bu nedenle medyada çıkan haberlerin ve sağlıkla ilgili bilgilendirmelerin ilgili uzmanlarca doğru ve kaygı giderici bir şekilde sunulması önemlidir. Bizim görüşümüz risk grupları dışında aşı yaptırmasak da sorun olmayacağı yönündedir. Hatta kişinin enfeksiyon geçirip doğal olarak bağışıklanmasının bağışıklık sistemimiz açısından daha uygun olduğu düşünülebilir. Grip aşıları ne söylendiği gibi yüzde yüz masum nede Yüzde yüz koruyucudur. Aşı yaptırıp yaptırmama kararı kişiye özel olduğundan mutlaka bir hekime danışılmalı bireysel risk ve korunma başarısı değerlendirildikten sonra sağlıklı ve doğru bir karar verilmelidir. Aşılar her zaman tam teşekküllü sağlık merkezlerinde veya hekim kontrolünde uygulanmalıdır.
Birçoğumuzun düşündüğünün aksine kolesterol ya da yağ yüksekliği doğrudan bir şikayete neden olmaz. Son 20-30 yılda sağlıkla ilgili en çok tartışılan ve speküle edilen konulardan birisi de budur. Kolesterol ve alt bileşenlerinin normal değerlerinin ne olması gerektiği, kolesterol düşürücü ilaçların tamamen masum ve yan etkilerinin olup olmadığı, kimlere kolesterol düşürücü ilaçların verilip verilmeyeceği, beslenmede nelere dikkat edileceği, neyin yenilip neyin yenilmemesi gerektiği uzun yıllar tartışılmış ve tartışılmaya devam etmektedir. Hatırlanacağı üzere tüm dünyada uzun süre yumurtanın, tereyağının, kırmızı etin özellikle küçük baş hayvan etlerinin ve buna benzer birçok temel gıdanın kolesterolü yükselttiği ve yenilmemesi gerektiği söylenmektedir. Bunlar ne derecede doğrudur? Kanda olması gerekenden daha fazla kolesterol olduğunda ne tür riskler oluşturabilir? Öncelikle Kolesterol Nedir? Kolesterol de kanımızda bulunan bir çeşit yağ ürünüdür. Yağlar vücudumuzun temel yapı taşları ve enerji kaynağı olmakla birlikte aynı zamanda birçok hormon ve metabolik ürünün de temel maddeleridir. Dolayısıyla yaşamsal tüm fonksiyonlarımız içinde gereklidir. Kolesterol beyin, sinirler, kalp, bağırsaklar, kaslar, karaciğer başta olmak üzere tüm vücutta yaygın olarak bulunur. Normal koşullarda yağlar suda çözünmez ve kanda taşınabilmeleri için karaciğerde bir protein zincirine bağlanarak yani paket edilerek kana verilir. Bu kolesterol ile protein bileşiğine de lipoprotein denilir. Lipoproteinler çok sayıda olmakla birlikte başlıca iki tanedir. 1. LDL (low density lipoprotein, düşük yoğunluklu lipoprotein): Kötü huylu kolesterol, 2. HDL (high density lipoprotein, yüksek yoğunluklu lipoprotein): İyi huylu kolesterol olarak da bilinir. İyi kolesterol ya da kötü kolesterol demenin amacı sadece kolay anlatabilmektir. HDL ne kadar yüksekse damar sertliği riskinin o kadar az olacağı öngörülmektedir. Çokça kullandığımız bir diğer yağ değeri de trigliseriddir. Trigliserid de kolesterol gibi kanda çözünen bir yağdır. Kan trigliserid düzeyi ile damar sertliği arasındaki ilişki kolesterol kadar belirgin değildir. Ateroskleroz ya da damar sertliği dediğimiz durum vücudumuzun her yerinde bulunan damar yatağının oluşan aterom plakları nedeniyle daralması, sertleşmesi ve doku dolaşımının bozulması demektir. Aslında damar sertliği yaşamın normal bir sürecidir. Birçok yazar damar sertliğinin doğumla beraber başladığını ve yaşlanma sürecinin doğal bir parçası olduğunu ifade etmektedir. Ateroskleroz bu yazının konusu olmamakla birlikte kolesterol ve kan yağları ile ilişkisinin bilinmesi gereklidir. Yüksek kolesterol düzeyleri tek başına damar sertliğine neden olur mu? Yüksek kolesterol düzeyleri ile damar sertliği arasında doğrudan bir ilişki var mıdır? Aksini iddia eden bazı yayınlar da olmak kaydıyla bugün için kabul edilen yaygın görüş bu soruların cevabının evet olduğudur. Tek başına kan yağları yüksekliği damar sertliği ve bunun sonucunda da birçok organ hastalığı için ciddi risk faktörüdür. Diyabet, hipertansiyon, obesite, sigara kullanımı gibi ilave risk faktörleri de varsa bu sürecin hız kazanacağı öngörülmektedir. Ancak tek başına kolesterol ya da yağ yüksekliği kalp damar ve beyin damar hastalıklarının gelişmesi için yeterli değildir. Özellikle beslenme alışkanlıkları, sağlıklı ve doğal beslenilip beslenilmediği, stres, hareketsiz yaşam ve olumsuz çevre koşulları en az yağ değerlerinin yüksekliği kadar ve belki ondan daha fazla belirleyicidir. Alkol kullanımı gerek yağ metabolizmasını gerekse diğer tüm metabolik dengeleri olumsuz etkileyerek bu hastalıklar için çok daha ciddi bir risk faktörü oluşturur. Bilinmesi gereken kan yağları yüksekliğinin de önlenebilir bir risk faktörü olduğudur. Normal Değerler Nedir? Kolesterol için: 200 mg/dl’nin altı istenilen düzey, 200-239 mg/dl arası sınırda yüksek, 240 mg/dl’nin üstü ise yüksektir. LDL için: 130 mg/dl’nin altı istenilen düzey, 130-159 mg/dl arası sınırda yüksek, 160 mg/dl’nin üstü ise yüksektir. HDL için: 35 mg/dl’nin altı düşüktür. En çok speküle edilen konulardan birisi işte bu normal değerlerin ne olduğu konusudur. Yukarıda verilen değerler Amerikan standartları olup aslında herkes için normali yansıtmayabilir ve kişisel sapmalar bulunabilir. Normal kavramını mutlaka her kişi için özel olarak değerlendirmeliyiz. Sınırda yüksek değerlerin anlamı her kişi içi farklı olabilir. Her sınırda yüksek değer kolesterol düşürücü ilaç verilmesini gerektirmeyebilir. Sosyal Güvenlik Kuruluşumuz (SGK) da bu spekülasyonlardan dolayı bir takım ödeme kriterleri geliştirmiştir ve bu kriterlere uyulmadığında ödeme yapmamaktadır. Tüm dünyada kolesterol ilaçları pazarı çok büyüktür ve önemli bir rant kapısıdır. Maalesef uluslararası çalışmacılar da ilaç tröstlerinin etkisinde kalmakta ve kolesterol düşürücü ilaçlar çok masum gösterilmeye çalışılmaktadır. Kolesterol Yüksekliği Şikâyete Neden Olur Mu? Birçoğumuzun düşündüğünün aksine kolesterol ya da yağ yüksekliği doğrudan bir şikayete neden olmaz. Yani kolesterol yüksekliğine ait bir baş ağrısı, halsizlik, bulantı ya da başka bir belirti görülmez. Kolesterol yüksekliği başka hastalıklar için risk faktörüdür ve oluşan hastalığa ait belirtiler, yani bir kalp, beyin damar hastalığı ya da bir böbrek hastalığı oluşmuş ise onun belirti ve bulgularını görürüz. Değerler Nasıl Yorumlanır? Yüksek kolesterol değerleri kişisel olarak değerlendirilir. Hayat tarzınız, beslenme tarzınız, birtakım hastalıklara karşı genetik yatkınlığınız, mevcut hastalıklarınız gibi birçok faktör göz önüne alınarak kan sonuçlarınız değerlendirilir ve anlamlandırılır. Örneğin 220 kolesterol değeri sağlıklı ve riski olmayan bir bireyde büyük bir anlam ifade etmezken, by pass geçirmiş bir kalp hastasında ya da diyabetli hastada çok anlamlı ve mutlaka düşürülmesi gereken bir değerdir. Göz ardı edilmemesi gereken bir diğer konu kolesterol ve yağların yaşamsal öneme sahip maddeler olduğu, zannedildiği gibi ne kadar düşük değerlerde olurlarsa o kadar iyi olacağı gibi bir görüş savunulamaz, vücudumuzda yeteri kadar bulunmak zorundadırlar. Beslenme ve günlük yaşam alışkanlıklarımızı düzelterek yağ dengesini çok kolaylıkla sağlayabiliriz. Vücudumuzun yağ dengesini sağlamamız konusunda beslenmenin etkilerini ve kolesterol ilaçlarını bir başka yazıya bırakarak, yumurta ve kırmızı et kullanımı konusuna da kısaca değinelim. Yıllarca kolesterol ve kırmızı et korkusunun en zirvede olduğu dönemlerde bile hastalarına yumurta ve kırmızı eti tamamen yasaklamamış bir hekim olarak yeterli ve dengeli bir şekilde tüketildiklerinde bu besinlerin de çok faydalı ve gerekli olduğuna inanıyorum. Nitekim tüm dünyada görüşler hızla değişmekte ve yumurta ve kırmızı et özellikle de koyun eti tüketimi önerilmektedir.
İnsülin direnci en basit şekliyle kilo almanıza neden olmakla birlikte, kanser, hipertansiyon, diyabet ve daha bir çok hastalığın temel risk faktörü olabilir. Biz makarnayı ekmekle yiyen bir toplumduk, annelerimiz bizi nişasta ile beslerdi, ona rağmen toplumdaki diyabet sıklığı yüzde ikinin altındaydı, insülin direnci nedir bilmezdik. Ne oldu da bu tanımlar hayatımıza bu kadar girdi. Diyabet, kanser ve bir çok başka hastalık böyle salgın halinde arttı. Asıl araştırılması ve üzerinde durulması gereken konu budur. Burdan baktığımızda en önemli sorunun gıdalarla, yaşam tarzımızla, alkol ve sigara kullanımı ile ilgili olduğu görülmektedir. Sağlıksız koşullarda üretilen içine türlü çeşitli tatlandırıcı, raf ömrünü uzatıcı hatta bağımlılık yapıcı neredeyse tümü kanserojen maddeler ilave edilen, sağlıksız alüminyum yada plastik gibi malzemeler ile paketlenen, ve ticari nedenlerle çoğu kere GDO’lu bitkilerle üretilen gıdalar baş nedendir. Fazla karbonhidratın zararlarını göz ardı etmemekle şimdilerde moda ve popüler olan şeker düşmanlığı kadar bu gıda terörü ile mücadele edilmelidir. Ancak herşeyin rant üzerine kurulu olduğu bu dönemde, bu hiç kolay bir iş değildir. Nedir Bu İnsülin Direnci? Nasıl Oluşur? Yaşamın sürdürülebilmesi için hücrelerimizin enerji kullanmaya ihtiyacı vardır. Tam dinlenme durumunda bile yaşamsal fonksiyonların sürdürülmesi için gerekli olan metabolik aktiviteye bazal metabolizma denilir. Bazal metabolizma hızımız vücudumuzun tüm dengeleri ile bir şekilde ilişkilidir ve kilo durumumuzu belirleyen en önemli olgudur. En başta insülin hormonu olmak üzere troid hormonları ve daha bir çok hormon enerji kullanımını ve bazal metabolizmayı etkilemektedir. Pankreas tarafından salgılanan İnsülin hormonu karbonhidratların kullanımını düzenleyen diyabet ve obezite gelişmesinde en önemli rolü olan hormondur. Pankreas karın boşluğunun üst tarafında ve bel omurlarının ön kısmında yerleşik bir organdır. Salgılarıyla sindirim fonksiyonuna yardımcı olur ve kan şekerini düzenler. İnsülin polipeptit yapıya sahip, büyüme ve gelişmede rol alan Anabolizan bir hormondur. En önemli işlevi dokularda karbonhidrat ve yağ metabolizmasını düzenlemek ve glikoz kullanımını sağlamaktır. Bunun yanında protein sentezini artıran, hücrelerin çoğalması ve olgunlaşması ile doku yenilenmesi ve büyümeye önemli katkısı olan hormondur İnsülinin biyolojik etkisi, özellikle yağ, karaciğer ve kas hücrelerinde bulunan hedef hücre zarının yüzeyindeki reseptörüne bağlanması ile başlar. Reseptörleri bir kapının kilidi insülini de o kilidin anahtarı olarak basitçe düşünebiliriz. İnsan vücudundaki farklı birçok hücrede insülin reseptörü mevcuttur. İnsülin reseptörü, tek bir gen tarafından kodlanan, iki protein subunit içeren bir hücre zarı glikoproteini olup, ‘Büyüme Faktörü Reseptör Ailesi’ üyesidir. İnsülin reseptörlerinin insüline yeterli ilgi göstermeyip cevap vermemesi ile insülin direnci ortaya çıkar. Genetik yatkınlık ve çeşitli mutasyonlar, obezite, yaşlanma, fazla karbonhidratlı beslenme, alkol, sigara, stres, sağlıksız, dengesiz ve kötü beslenme, hareketsiz, sedanter yaşam, çevresel faktörler, hava kirliliği, çevre kirliliği, gıdalardaki kontrol dışı katkı maddeleri ve pestisitler insülin direncinin oluşmasındaki en önemli etmenlerdir. Yağ dokunun sadece trigliseridler için basit bir depo işlevi görmediği, aynı zamanda birçok peptid ve sitokin salgılayan aktif bir endokrin organ olduğu artık bilinmektedir. Salgılanan peptidler arasında, leptin, adiponektin, rezistin ve sitokin olarak ise TNF alfa sayılabilir. Tüm bunlar enerji metabolizmasını ve insülin duyarlılığını düzenler. Kilo alımı ile insülin direnci ve diyabet oluşmasının nedeni budur. ALKOL KULLANIMI BU NOKTADA ÖNEMLİ BİR TETİKLEYİCİDİR… Diyabet, obezite, metabolik sendrom, hipertansiyon, çeşitli kanserler, kalp damar hastalıkları , gut Böbrek hastalıkları ve böbrek yetmezliği, göz hastalıkları, karaciğer yağlanması, siroz, lipid metabolizma bozuklulları, polikistik over hastalığı ve infertilite, alzheimer (bunama) insülin direnci ile birebir ilişkisi kanıtlanmış hastalıklardır. İnsülin Direncini Nasıl Anlayacağız? Nasıl Şüpheleneceğiz? Ağır bir yemek sonrası, şekerli bir gıda yedikten sonra gereğinden fazla bir ağırlık hissi, uyku hali oluşması; Yemekten sonra şekerin kontrolsüz olarak düşmeye başlamasıyla el titremesi, terleme, Mide kazınması şikayetleri; Kilo almanın kontrol edilememesi Sık tatlı yeme isteği Yorgunluk isteksizlik performans düşüklüğü Bel çevresinin giderek genişlemesi ‘Akantozis Nigrikans’ denilen özellikle koltuk altı, kasık, boyun bölgelerinde esmerleşme Karaciğerde yağlanma Kadınlarda adet düzensizlikleri gibi belirtiler insülin direncinin göstergesi olabilir. Şu Soruları Kendinize Sorun. Abur cubur; çerez, cips, patlamış mısır besinleri tüketiyor muyum? Tansiyonum 140-90 üzerine çıkıyor mu? Düzenli spor veya egzersize rağmen kilo vermemde problem oluyor mu? Bel kalınlığım fazla mı? (Bel çevresinde yağ birikimi var mı?) Ailemde; diyabet veya kalp hastası, tansiyon yüksekliği, polikistik over hastası ve şişman birey var mı? Yemek sonrası konsantrasyon güçlüğü, dengesizlik, baş ağrısı yaşıyor muyum? Kolesterol yüksekliğim var mı? Ani olarak şeker ve hamur işi yeme ihtiyacım oluyor mu? Her yemekten sonra yorgunluk ve uyku hali hissediyor muyum? Açlık kan şekerimde yükseklik tespit edildi mi? Haftada 2 kereden az mı egzersiz yapıyorum? Bu belirtilerden bir yada bir kaçı mevcut ise insülin direncinden şüphelenmek gereklidir. Bu kadar soruna yol açan insülin direnci ile nasıl baş edeceğiz ? Aslında çok kolay. Sağlıklı yaşam koşulları ve yaşam tarzı değişiklikleri temel ve en önemli çözüm yoludur. Eğer ilave bir ilaç kullanılması gerekiyorsa ki bu çoğu kere gereksizdir. Buna doğru kararı da hekiminiz verecektir. Aslında yaşam tarzı değişikliklerinden kasıt vücudumuzun programlandığı şekliyle, normal günlük fizyolojik ritmine uygun yani olması gereken sağlıklı yaşam koşullarına dönmektir. Vücudumuzun gün içinde bir sirkadien ritmi ve homeostasis dediğimiz ayarlanmış bir programı mevcuttur. Bu ritm ve program aslında tüm doğa ile uyumludur. Güneşin doğuşu, batışı, gece gündüz ritimleri, bizim ritimlerimiz ile birebir uyum sağlar. Temel sorun bizim o programlanmış ritmin dışında yaşayıp aslında kendi organizmamız ile savaşmamızdır. Neler Yapılabilir? Tıbbi beslenme tedavisi, egzersiz ve hareketin artırılması, uyku düzeninin sağlanması ve sürdürülebilir olması önemlidir. İnsülin direnci tedavisinde tıbbi beslenme tedavisi; bireyin yaşı, cinsiyeti, fiziksel aktivite ve yaşam şekline göre kişiye özgün olarak belirlenir. İnsülin direnci diyeti tüm besin ögelerini yeterli ve dengeli bir şekilde içermelidir. Kısa dönem şok programlar uygulanmamalıdır. Vücut ağırlığının 6 ayda yaklaşık %5-10’unun azaltılması hedeflenmelidir. Bireyin günlük mevcut kalori alımı hesaplanmalı ve ortalama 400-600 kcal azaltılmalıdır. Haftalık 0.5-1 kg ağırlık kaybı hedeflenmelidir. Sürdürülebilir, uygulanabilir ve lezzetli bir program hazırlanmalıdır. Dengeli beslenme programı 4-6 öğünden oluşmalıdır. Sık aralıklarla beslenme bir sonraki öğünde fazla yemeyi önler. Günlük protein alımı toplam kalorinin %20-35’ini oluşturmalıdır. Proteinin yeterli miktarda alınması tokluk hissi ve yağsız vücut kitlesini koruması açısından önemlidir. Günlük kalorinin %25-35’i de yağlardan alınmalıdır. Yağda eriyen vitaminlerin emilimi( A, D, E, K) olumsuz etkilenebileceğinden yağ oranı çok azaltılmamalıdır. Günlük kalorinin %40-55’i de karbonhidratlardan alınmalıdır. Basit karbonhidratlar yerine (şeker gibi), kompleks karbonhidratlar (tam tahıl ürünleri, baklagiller) tercih edilmelidir.
Bağışıklık sistemimiz bizi dış dünyanın zararlarına karşı koruyan vücudumuzun silahlı kuvvetleri olmakla birlikte bu sistemdeki çeşitli aksamalar çoğu kere kronik hastalıkların ve yaşlanma sürecinin de en önemli sebebi ve belirleyicisidir. Güçlü ve doğru işleyen bir bağışıklık sistemi hastalıklardan koruyacağı gibi, bir taraftan da kronik hastalıkların oluşması ve ilerlemesi süreçlerini de belirleyecektir. Aslında mikrobik kaynaklı olmadığını bildiğimiz diyabet, hipertansiyon, insülin direnci, obezite, çeşitli kanserler ve kalp damar hastalıkları bağışıklık sistemimizde bir şeylerin yanlış gitmesi ile doğrudan ilişkilidir. Çevresel faktörler, beslenme tarzımız, gıdalardaki katkı maddeleri ve kimyasallar, tarım ilaçları, hava kirliliği, stres ve daha birçok olumsuzluk bağışıklık sistemimizi bir şekilde etkileyerek kronik hastalıkların çıkmasına neden olur. Bu durum bir takım iltihabi süreçlerle yürür ve çoğu kere kanser, diyabet gibi hastalıklar kronik bir iltihabi olayın sonucudur. Çeşitli yöntemlerle bağışıklığımızın güçlü tutulması ya da güçlendirilmesi birçok hastalığın önlenmesinde önemli olmaktadır. Tüm canlılarda milyonlarca yıl boyunca dışarıdan gelecek canlı ve cansız zararlı ajanlara karşı organizmayı korumak üzere bir takım savunma mekanizmaları geliştirilmiştir. Omurgalı ve omurgasız canlılarda doğuştan gelen ya da sonradan kazanılan bir takım spesifik ve nonspesifik süreçlerle oldukça karmaşık ve detaylı mekanizmalarla dışarıdan gelecek olan etkenlere karşı organizmanın savunulması amaçlanmıştır. Bu savunma mekanizmaları immün (bağışıklama) cevapları oluştururken bunu akut ve kronik iltihabi reaksiyonlar üzerinden yaparak yabancıyı bir şekilde organizmadan uzaklaştırma görevini yerine getirir. İltihap, tarihte tanımlanmış en eski medikal durumlardan birisidir. Kan plazmasındaki proteinlerin ve lökositlerin birtakım materyallerinin damar duvarından dışarı çıkarak dokularda toplanması ve aktivasyonlarına bağlı gelişen ve zararlı olarak tanınan antijenik yapı ya da mikroorganizmayı yok etme sürecidir. Akut ve kronik iltihabi süreçler temel olarak koruma mantığı üzerine kurulsa da bu süreçler sırasında bir takım istenmeyen sonuçların da ortaya çıkmasına neden olabilir. Akut cevaplarda çoğu kere ateş başta olmak üzere sistemik hastalık belirtileri tarzında ortaya çıkan bu tablolar hemen çoğu kere normal fizyolojik duruma dönülerek sonuçlandırılır. Özellikle kronik hastalıkların oluşumunda ve yaşlanma sürecinde temel mekanizma, genellikle kronik iltihabi süreçlerdir. Bu süreçler hücrelerde yapısal ve fonksiyonel değişikliklere yol açarak, kanser, diyabet, çeşitli kronik bağ doku hastalıkları gibi hastalıklarla sonlanabilir. İnsan bağışıklığı temel olarak iki ana öğe tarafından oluşturulur. Doğal bağışıklık: Rahim içinde bebeğin oluşması sırasında genetik faktörlere bağlı olarak gelişen, nesillerden birbirine taşınan ve doğal olarak mevcut olan bağışıklıktır. Kazanılmış bağışıklık: Doğumla getirmediğimiz ancak yıllar içerisinde zararlılarla karşı karşıya geldikçe organizmanın geliştirdiği bağışıklama cevaplardır. Gerek doğal gerekse kazanılmış bağışıklık temel olarak başlıca kanımızda ve dokularımızda bulunan akyuvarlar ve bunların ürettiği çeşitli kimyasal maddeler ve antikorlarla sağlanır. Organizmaya saldırıda bulunabilecek herhangi bir etken öncelikle bağışıklık sisteminin dış bariyerleri de diyebileceğimiz fiziksel ve kimyasal duvarlarla engellenmeye çalışılır. Sağlam bir cilt, burnun özel anatomik yapısı, ağız içi ve bademciklerin dışarıdan gelen bir çok etkeni tutması, mide asidi gibi fiziksel bariyerler yabancının temas ettiği noktada durdurulması amacına hizmet eder. Cilt epiteli yüzeyinde, dış ortam teması olan organların yüzeyinde anti mikrobiyal maddelerin üretimi kimyasal bir bariyer teşkil eder. Doğal bağışıklığın en önemli parçalarından birini oluşturan bu bariyer çok büyük ölçüde dış etkenlere karşı savunmayı sağlar. Bunun ötesinde bir şekilde bu setleri aşabilen patojenler saldırgana karşı spesifik olmayan çeşitli doğal bağışıklık sistem araçları ile yok edilir. Kazanılmış bağışıklık temel özellik olarak saldırgana karşı özel cevaplar içerir. Yani her saldırgan için farklı bir savunma mekanizması ve bilgisi oluşturulur. Bir patojen ilk kez saldırdığında oluşturulan bu bilgi daha sonrasında aynı ajanla tekrar karşılaşıldığında çok daha hızlı ve etkili cevapların oluşmasını sağlar. Aşılamanın mantığı da tam olarak burada yatmaktadır. Temel olarak doğal ve kazanılmış bağışıklık bileşenleri farklı yapılar gibi görünse de akut ve kronik iltihabi süreçlerin oluşumunda aslında her iki immün sistem çoğu kere beraberce ve bilgi alışverişi ile çalışır. İltihabi cevap gelişir ve yabancı patojen yok edilirken dokuda da kısmen doku yıkımı ve ölümü gelişir ve bu arada ateş, titreme, ağrı gibi sistemik hastalık belirtilerini oluşturan çok sayıda kimyasal madde de önce yakın ortama ve oradan da kan dolaşımına katılarak vücuda yayılır. Akut iltihapta lokal sıcaklık artışı, kızarıklık, şişlik, ağrı ve fonksiyon kaybı beş ana klinik belirti iken kronik iltihapta çoğu kere bu belirtiler olmaz ve süreç sessiz bir şekilde ilerleyebilir. Kronik iltihabın oluşturduğu organ hasarları belli bir düzeyi geçtiğinde ise hastalık belirtileri başlar. Mikrobik orijinli olmayan kronik iltihabın bu hastalıklar ile ilişkisi ve bu hastalıklarda iltihap sürecinin seyrinin hastalık seyrini belirleyici etkisi ise bilinmektedir. İltihap sürecinde oluşan doku hasarı ve hasar sonrası ortaya çıkan özellikle nitrik oksit ve serbest oksijen radikalleri başta olmak üzere toksik birtakım maddeler iltihabın kronikleşmesinin önemli sebebidir. Sonuç olarak vücudumuzu korumak gibi çok önemli bir görev üstlenen bağışıklık sistemimiz, aslında tam da bizim çeşitli nedenlerle kötü etkilememiz sonucu olarak kronik hastalıkların da nedeni olmakta ve yaşlanma sürecini doğurmaktadır. Sık sık duyduğumuz bağışıklık sistemi güçlendiren ilaçlar ve gıda takviyelerinin bir miktar faydalı olabileceğini düşünsek bile yukarıda belirttiğimiz olumsuz çevresel ve sosyal faktörlerden uzak durma, sağlıklı, dengeli ve doğal beslenme, sağlıklı yaşam, stresten korunma gibi basit tedbirler çok daha önemlidir. Bu yazı IGI GLOBAL’de İngilizce yayınlanan Role of Nutrition in Providing Pro-/Anti-Inflammatory Balance: Emerging Research and Opportunities adlı kitabımızdan sadeleştirilerek alınmıştır. Beslenmenin kronik iltihabi süreçlere olumlu ve olumsuz etkileri bu kitapta incelenmiş ve yaşlanma sürecinin bile kontrol edilebilir bir durum olduğu anlatılmıştır. Önceliğimiz sağlığınızdır. Sağlıklı günler dilerim.
Ramazanın sağlıklı bir şekilde geçirilmesi ve sağlığımıza katkı sağlaması için özellikle dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta ramazan ayında beslenme şeklidir. Ramazan orucu sağlığımız açısından son derece faydalıdır. Burada dikkat edilmesi gerekenler şöylece sıralanabilir. Sahurda tok tutar düşüncesi ile tıka basa yemeyin, mümkün olduğunca hafif ve sıvı ağırlıklı beslenin. Ağır, yağlı börekler yerine daha hafif olan makarna ve komposto tüketin. Yağlı protein içeriği yüksek gıdalar yerine kahvaltıyı tercih edin. Süt, peynir, kepekli ekmek, çorba, domates salatalık özellikle tercih edilebilir. Uykuyu bölmek zor gelse de mutlaka sahura kalkın. İftar yemeklerini hızlı yemeyin, yemeğin süresini mümkün olduğu kadar uzatın, gıdaları mutlaka iyi çiğneyin, hafif bir çorba ile ya da bir salata ile başlayıp bir süre ara verin ve yemeye devam edin. Çok sıcak ve çok soğuk yemeyin Kızartma ve kavurma türü gıdalar yerine daha çok haşlama ya da yağsız ızgara şekillerini tercih edin. Lifli gıdaları özellikle tercih edin Ağır hamurlu tatlılardan, yağlılardan kaçının, genelde süt tatlıları iyi bir seçenektir. Ramazana özel gibi algılanan güllaç iyi bir seçim olabilir. İftardan hemen sonra kahve içmeyin, aşırı çaya yüklenmeyin. Yemekten en az yarım saat sonra çay için ve sahurda da aşırı çay tüketmeyin. Bolca meyve ve sebze tüketin, mevsim itibari ile erik, çilek, turunçgiller iyi seçenekler olabilir. Karbonhidrat, protein ve yağ gibi her besin gurubundan ölçülü miktarlarda tüketmeye dikkat edin. Sıvı gıdalara ve su tüketimine ağırlık verin. Burada dikkat edilmesi gereken iftarda bir bardak ılık su ile başlamak ve daha sonra yemek sırasında aşırı su içmeyip bunu geceye yaymaktır. Sahurda susama hissini azaltacağı düşüncesi ile aşırı su içmekte doğru değildir. İftar ve sahur arasını sürekli yiyerek geçirmek doğru olmamakla birlikte özellikle sıvı alımına dikkat edin. Yaklaşık 2- 2.5 litre suyu mutlaka tüketin. Sigara tiryakileri için ramazan sigarayı bırakmak için iyi bir fırsattır. Çok yapılan bir yanlış da iftarda hemen sigara ile başlamaktır ki; bu ciddi kalp kirizi ve felçleri tetikleyebilir. İftarda içilen sigara adeta bir balyoz etkisi yaparak tüm dengeyi alt üst edebilir. Oruçlu iken ağır sporlar yapılmayın. Özellikle ağır bedensel aktivitelerden uzak durun. İftardan sonra yine ağır sporlar yerine düz yürüyüşleri tercih edin.
Uzun vadede önemli ölçüde kanserleşme riski taşıyan Hashimoto Troiditi mutlaka erkenden tanı konulup tedavi ile takip edilmelidir. Otoimmün tiroid hastalıkları, tiroid bezine anormal immün yanıt ile gelişir. Hashimoto tiroidi, tiroid bezinin primer hipotiroidizminin ana nedeni olabilir. Hashimoto normalde görevi dışarıdan gelen yabancı mikroorganizmalara karşı organizmayı korumak olan bağışıklık sisteminin çeşitli çevresel faktörler (hava kirliliği, temiz kaynaklara ulaşamama), beslenme bozuklukları, stres gibi nedenlerle kendi vücut hücrelerini yabancı gibi algılayıp saldırgan tavır sergilemesi ve hücreleri harap eden antikorlar üretmesi nedeniyle olmaktadır. 20-30 yıl öncesine kadar seyrek rastlanan bu hastalığa son yıllarda giderek sık rastlanmaktadır. Hashimotoda temel sorun troid hücrelerinin troid hormon sentezlenmesinde ara biyokimyasal ürünler olan troglobulin ve troid peroksidaz’a karşı anti-troglobulin ve anti-TPO antikorların üretilmesidir. Bu antikorlar tiroid bezine bağlanarak hücreleri harap etmeye başlar. Tiroid bezi küçülerek yeteri kadar hormon salgılayamaz hale gelir. Hastalığın ilk dönemlerinde kanda TSH, T3,T4 normalken anti-TPO antikor oranı yükselir. Klasik bilgi Hashimotoda tiroid hormon yüksekliği ya da düşüklüğü olmadıkça metabolik etkilerin olmayacağı yönünde olmasına rağmen klinik uygulamada sıklıkla gördüğümüz hormonlar normal olsa dahi metabolizmanın olumsuz etkilenmekte olduğudur. Uzun vadede önemli ölçüde kanserleşme riski taşıyan Hashimoto mutlaka doğru tedavi ile takip edilmelidir. Hashimotonun erken döneminde çoğu kere oluşan antikorlara karşı reaksiyon veren tiroidin dokusunun aşırı hormon üretmesi nedeniyle hipertiroidi yada tirotoksikoz denilen klinik tablo görülür. Hastalık ilerledikçe tiroidde doku harabiyeti artması sonucu yeterli hormon üretilemez ve sonuç olarak hipotroidi yani troid hormon yetmezliği oluşur. Hashimoto tiroiditi semptomları genellikle troid hormon yetmezliğine bağlı olarak; kilo artışı, metabolizma yavaşlaması, kronik konstipasyon, yorgunluk şeklindedir. Tiroid hormonlarının kanda fazla bulunması hipertiroidizm adı ile tanımlanır. Hipertiroidizm semptomları ise hipotiroizimin tersine kilo kaybı, diyare, hızlı bağırsak hareketleri, çarpıntı, ellerde titreme gibi belirtiler ile karakterizedir. Glikoz emilimi artar ve diyabet gelişme riskini arttırır. Hashimoto tedavisi bir yandan çeşitli tıbbi yöntemlerle yapılırken bir takım destek tedavilerinin de hastalığın ilerlemesinin engellenmesinde ve tedavinin etkinliğinin artırılmasında yararlı olduğu bilinmektedir. Bazı mineral ve vitaminler tiroid bezi fonksiyonlarının doğru işlemesi ve dolayısıyla sağlıklı metabolizma için gereklidir. DEMİR: Hipotiroidli hastaların %60’ında demir emiliminde azalma olmakta bu da anemiye sebep olmaktadır. Demir eksikliği anemisi olan hastalarda demir desteği tiroid bezi fonksiyonunu arttırmaktadır. İYOT: İyot, vücudumuzda tiroid hormonu sentezi için gerekli bir mineraldir. Günlük iyot ihtiyacının besinlerle karşılanması için günlük beslenmede süt ve süt ürünleri, yumurta, deniz balıkları bulunmalıdır. İyot kaynaklarının proteinle birlikte alınması biyoyararlılığı arttırmaktadır. Bu nedenle tiroid hastalarının günlük beslenmelerinde yeterli ve kaliteli protein kaynaklarına yer vermeleri önemlidir. İyot eksikliği açısından ana risk gruplarında, hamile kadınlar, çocuklar, ergenler, bebekler bulunur. SELENYUM: İyot ve selenyum, tiorid hormonlarının sentezlenmesi için gereklidir. Selenyumden zengin bir beslenme tiroid hastalıklarına karşı koruyucudur. Selenyum içeriği yüksek besinler; mantar, ayçiçeği çekirdeği, ton balığı, somon, beyaz ve kırmızı et, tam buğday ekmeği, kuruyemişler, yağlı tohumlar ÇİNKO: Çinko eksikliğinde de tiroid hastalıkları görülebileceğinden günlük beslenmeye çinkodan zengin gıdalar dahil edilmelidir. Bunlar arasında et, tavuk, yumurta, süt ve süt ürünleri, badem gibi besinler bulunur VİTAMİNLER: Tiroid fonksiyonlarının normal olmasında A vitamini, B compleks vitaminleri, D vitamini ve antioksidanlar rol oynar. Diyetteki A vitamini eksikliği hipotiroidiye de neden olabilmektedir. DİYET TEDAVİSİ Tiroid hormonlarındaki bozukluklar metabolizma hızını değiştirerek kilo artışına veya kilo kaybına sebep olabilir. Hipotiroidizm tedavisi temelde hormon terapisine bağlıdır. Sentetik tiroid hormonu sabah kahvaltıdan 30 dakika önce aç karnına alınır. Sağlıklı yeme alışkanlıkları kazandırma ile hipotiroidi tedavisi desteklenebilir. Uygun diyet hastalığın semptomlarını azaltır. Tiroid hormonu yetersizliğinde metabolizma hızı düşer, fazla besin öğeleri adipoz dokuda depolanır bunun sonucu kilo artışı ve obeziteye neden olur. Guatrojenik besinler iyodun biyoyararlılığını azaltır. Bu yüzden hipotiroidizmi olan hastalar guatrojen açısından zengin besinlerden(kara lahana, beyaz lahana, brokoli, turp, karnabahar, yer fıstığı, mısır, tatlı patates) tiroid bezinin işlevini bozduğu için uzak durulmalıdır. Hashimoto hastalığındaki beslenme tedavisi, hipotiroidizm beslenme tedavisine dayanır. Kilolu ve obez hastaların alması gereken enerji miktarı bir anda azaltılması metabolizmanın yavaşlamasına neden olur. Bu yüzden diyet tedavisi dengeli bir şekilde hastanın hem sağlıklı kiloda olması ve hastalığın semptomlarını azalmasına göre planlanmalıdır. Diyete ek olarak antioksidan vitaminler ve omega-3 yağ asitleri takviyesi yapılabilir. Sonuç olarak; tiroid vücut homeostazından ve metabolizmasından sorumlu endokrin bir bezdir. Hipotiroidizm ve Hashimoto hastalığında hastanın ideal kiloda olması gerekir. Selenyum, çinko, demir, iyot gibi minerallerin ve A,C ve D vitaminlerinin diyete eklenmesi önerilir. Diyet tedavisi sadece ilaç tedavisini desteklemekle kalmayıp vücudun ihtiyacı olan besin değerlerini de yükseltir ve obezite, diyabet, osteoporoz gelişiminden korur. DİYETİSYEN BETÜL OVA
Yaşlanmak önlenemez ancak kontrol edilebilir bir süreçtir. Bu programda kişisel risk analizine göre tamamen bireysel ve kişiye özel yönlendirmelerle uzun süreli, bazen de yaşam boyu takipler yapılarak tamamen sağlıklı bir hayat sürdürülmesi amaçlanmaktadır. Hastalıklardan uzak, sağlıklı, kaliteli bir yaşam sürebilmek hepimizin ortak isteğidir. Tamamen sağlıklı olarak dünyaya gelmiş olsak bile ilerleyen yaşlarda ortaya çıkacak hastalıkların risk faktörlerini genetik kodlarımızla birlikte getirmekteyiz. Birçok kronik hastalığın ailesel geçişi bilinmektedir. Yaş aldıkça genetik kodlarımızla getirdiğimiz bu risk faktörleri yaşlanma sürecimizi ve karşılaşacağımız özellikle kronik hastalık ve kanserlerin oluşum ve seyrini etkileyecektir. Gerek genetik faktörler ve gerekse doğumdan itibaren karşı karşıya olduğumuz çoğu kere yaşam tarzımızla şekillenen çevresel risk faktörleri karşılaşacağımız hastalıkları, yaşlanma sürecini ve ortalama ömrümüzü belirlemektedir. Yaşlanma doğum anıyla başlayan genlerimizde kodlanan bir süreçtir. Ancak aşağıda sıraladığımız etkenler bu gidişi olumlu ya da olumsuz şekilde etkileyecek ve yaşlanma şeklimizi ve oluşabilecek kronik hastalıkların seyrini belirleyecektir. Yaşadığımız coğrafya İklim koşulları Çocuklukta geçirdiğimiz diğer hastalıklar Yaşam tarzımız Sigara ve Alkol kullanıp kullanmamamız Aile düzenimiz Beslenme alışkanlıklarımız, Uyku düzenimiz Yaşam koşullarımız Eğitim düzeyimiz Hava kirliliği ve diğer çevresel faktörler İş ve çalışma koşullarımız Psikolojik ve duygusal yapımız Daha birçok minör ve majör faktör Bu faktörlerle zaman içerisinde organ fonksiyon ve kapasitelerimiz şekillenmekte sağlık durumumuz oluşmaktadır. Anlaşılacağı üzere kontrol edilebilir ve düzeltilebilir sağlıksız koşullar ile bedensel diğer faktörler tamamen bireysel ve kişiye özeldir. Dolayısıyla sağlıklı yaşam sağlanabilmesi ancak her kişi için bireysel risk faktörlerinin doğru analiz edilmesi ve buna göre planlamalar yapılması ile mümkündür. Eğer zamanında doğru analizler uygulanır ve doğru sağlıklı yaşam planlamaları yapılırsa çoğu kere hastalıklardan uzak ve sağlıklı yaş alma sağlanabilir. Mutlu huzurlu aktif ve dinamik bir yaşlılık dönemi yaşanabilir. Neler Yapıyoruz? Öncelikle kişinin mevcut sağlık durumunu ve yaşam koşullarının belirliyoruz. Hastalık öz ve soy geçmişini not ediyoruz. Bireysel yaşam koşulları ve yukarıda ana başlıklarını saydığımız risk faktörlerinden hangilerinin var olduğunu belirliyoruz. Mevcut sağlık durumunu, organ yapı ve fonksiyonlarını ve belirlenmiş bireysel risk faktörlerinin de değerlendirilmesi ile ileride ne gibi sorunlar oluşabileceğinin, hangi hastalıklar yaşanabileceğinin genel analizini yapıyoruz. Temel işlemler Kişi ile görüşme Öz geçmiş sorgulanması: Daha önce geçirdiği hastalıklar, uygulanan ve uygulanmayan aşılar Soy Geçmiş: Aile bireylerinde mevcut olan hastalıklar Olumlu yada olumsuz yaşam tarz ve koşullarının değerlendirilmesi Genel muayene Görüntüleme, ultrasonografi, ekokardiografi Laboratuvar testleri Tüm vücut analizi ve diyetisyen değerlendirmesi Psikolojik değerlendirme Gerekirse ek tetkikler, genetik testler. Uzman hekim ya da hekimlerce değerlendirme Potansiyel kişisel riskleri belirlenmesi Kişiye özel risk faktörlerinin ortadan kaldırılmasına ve yaşam tarzı değişikliklerine yönelik planlama Gerekiyorsa: Tıbbi tedavi Diyetisyen desteği ile beslenme ve yaşam tarzının düzenlenmesi Psikolog desteği ile stres kontrolü ve günlük yaşam desteği Fizyoterapist tarafından egzersiz planlanması Tamamlayıcı tedaviler Uygun aralıklarla kontrol ve yönlendirme. Bu program ile doğru bir analiz ve doğru takip ile hastalıklardan uzak, sağlıklı ve kaliteli bir hayat yaşamanız amaçlanmaktadır.
Hipertansiyon çoğu kere doğru değerlendirilemeyen ve bazen gereksiz yere hipertansiyon tanısı koyduğumuz halde bazen de tansiyonu gerçekten yüksek olduğu halde hastalarımızın tansiyon ölçtürmemesi ya da hekime zamanında ulaşmaması nedeniyle bazen tadı ve tedavisinde geciktiğimiz önemli bir sağlık sorunudur. Doğru hipertansiyon tanısı nasıl konur? Hipertansiyon tanısı için alt ve üst sınır değerleri nedir? Bir ker tansiyonu yüksek ölçmek hipertansiyon tanısı koymaya yeterli midir? Gün içerisinde oluşan tansiyon değişkenlikleri bir tansiyon dengesizliği ya da düzensizliğinin işareti midir yoksa normal midir? Öncelikle normal tansiyon değerleri nelerdir ve doğru tansiyon nasıl ölçülür sorusuna cevap bulmak gerekir. Yaş gruplarına göre az çok değişmekle birlikte doğru ölçülmüş 140 / 90 üzerindeki değerlerin yüksek tansiyon olarak tanımlayabiliriz. Burada hipertansiyon derecelendirilmesi sınıflandırılmasını anlatmak yerine öncelikle doğru tansiyon ölçmenin nasıl olacağını anlatacağım. Doğru tansiyon ölçmek için kişi mutlaka en az 5 dakika öncesinden istirahate çekilmiş ve uzanır pozisyonda olmalıdır. Ölçüm tekniğine uygun bir şekilde ve koldan yapılmalıdır. Bilekten elektronik cihazlarla ölçülen tansiyon değerleri en ufak bir titreşimden bile etkilenebileceği için çoğu kere doğru sonucu yansımayacaktır. Elektronikpompalı ciharlarla kendi ortamınızda tansiyon ölçebilirsiniz. Burada da cihazın kullanım kılavuzunda yer alan ölçüm tekniğinin mutlaka çok iyi okumalı ve kavramalısınız. İyi DİNLENMEDEN tansiyon ölçüm tekniğine uygun ölçmeden tansiyonunuzun 140 / 90’ın üzerinde olması her zaman bir hipertansiyonunuz olduğu anlamına gelmez. Özellikle sinirsel gerilim hallerinde tansiyonunuzun olduğu gerçek değerinden daha fazla ölçebilirsiniz. Çoğu hastamızın yaptığı en önemli hata tansiyonun yükselmiş olmasından duyduğu endişe ve panik reaksiyonu ile tansiyonu ölçmesidir. Benim tansiyonum yükseldi mi endişesi ve paniği bile tansiyonunuzu birkaç basamak yükseltebilir. Bu nedenle hipertansiyon nedeniyle tansiyon takibi yapılan hastalara çok gerekmedikçe günde 2 kereden fazla tansiyon ölçmeyi önermiyoruz tansiyon yüksekliği korkusu bazen hipertansiyondan DAHA Fazla zarar verebilmektedir. Tansiyonu normal sınırların üzerinde bulunanlarınmutlakabenim tansiyonum yüksek demeden önce profesyonel bir sağlıkçıylagörüşüp tansiyonlarını standart tansiyon aletleriyle ölçtürmelidirler. Bir kez tansiyonun yüksek olması özellikle hafif hipertansiyonlarda gerçek bir hipertansiyonhastalığı bulunduğu anlamına gelmeyebilir mutlaka değişik aralıklarla ölçümler yapılmalı ve tek bir ölçüye bakılmaksızın takip seyriyle değerIendirilmelidir. Bu değerlendirmeler mutlaka bir hekim tarafından yapılmalıdır. Sınırda veya sınırın üstünde yüksek tansiyon tespit edilenler için yüksek tansiyonun nedenlerini ve sonuçlarına ilişkin bir inceleme yapılmalı ve öyle karar verilmelidir. Bu noktada hastanede yada doğrudan sağlıkçıların ölçtüğü tansiyon değerleri de her zaman doğruyu yansıtmayabilir. 1980’li yılların sonlarında Türkiye’de bizim de yaptığımız ve o yıllarda dünyada birkaç merkezde de yapılan bir çalışma özellikle muayene ortamında ve hekim tarafından yapılan ölçümlerin her zaman doğru değerleri yansıtmadığı ve özellikle hastane ortamında hastaların günlük hayatlarından daha yüksek tansiyon değerleri ölçülebildiği görülmüştür beyaz önlük hipertansiyonu da denen bu hipertansiyon çeşidinde tamamen hastanın muayene ortamından duyduğu huzursuzluğu tansiyonunu bir miktar yükseltmesi söz konusudur. Bu nedenle ağır hipertansiyon dışında hekimler de ilk ölçtükleri tansiyon değerleriyle hemen ilaç başlamamalı ve mutlaka hastanın kendi ortamında tansiyonunu takip ettirerek gerçek değerlere ulaşmayı amaçlamalıdır. 24 saatlik tansiyon holter takibi ilk defa tanı alan yada tedavi etkinliği değerlendirilmek istenen hastalarda güzel bir tetkik seçeneği olarak karşımızdadır. Birçok hastamızın düştüğü en önemli yanılgılardanbir tanesi de gün içerisinde ölçtükleri tansiyonların birbirinden farklı değerlerde olmasıdır. Aslında son derece normal olan bu durum bazen hastalarımızın endişelenmesine ve ‘’benim tansiyonum çok düzensiz’’ değerlendirilmesine yol açmaktadır. Gün içerisinde fiziksel ve zihinsel aktivitemiz ile paralel olarak tansiyonun sürekli olarak değişmesi normal bir durumdur. Kısa aralıklarla ölçülen 2 tansiyon değeri bile birbirinden farklı olabilir. Bu durum tamamıyla dolaşım sistemimiz vücudumuzun o anki ihtiyaçlarına uygun olarak dokularımıza yeterli kanın taşıyabilme isteğinden kaynaklanmaktadır. Normal tansiyon değeri sınıflarından kaldığı sürece bu durum tamamen fizyolojiktir. Görüldüğü üzere tansiyon ölçümü ve doğru hipertansiyon değerlendirilmesi düşünüldüğünden daha karmaşık ve hassasiyet isteyen bir durumdur.
EMDR Göz Hareketleri ile Duyarsızlaştırma ve yeniden işleme denilen başarılı bir psikoterapi yaklaşımıdır. Bu terapi yöntemi diğer beden sistemleri gibi kendiliğinden iyileşen yaralar gibi zihnin de psikolojik travmaları iyileştirebileceği fikrine dayanır. Aslında beynin de çalışımı ruh sağlığını korumaya yöneliktir. Travmatik ve olumsuz olaylar ( Ölüm, kayıp, kaza, doğal afet, savaş, günlük hayattaki olumsuzluklar) zihin tarafından yeterince işlenmediğinde ya da duygusal olarak tam sindirilmediğinde maruz kalınan olayla ilgili detaylar ( olay anındaki sesler, koku, duygu, düşünce) bilgi işleme isteminde bozulmaya beynin duygusal kısmıyla ilgili olan sağ yarımkürede kilitlenmeye neden olur. Kişinin yaşadığı olumsuz olayları, anıları anlamlandırma nedensellik kurma, düşünsel değerlendirme beynin sol yarımküresinde gerçekleşir. Yani EMDR bu iki yarımküre arasında bağ kurma üzerine çalışan bir terapi tekniğidir. Kişiden kendisini etkileyen olumsuz anıyı zihnine getirmesi , en kötü resmi tariflemesi, beden duyumlarına yoğunlaşması ve duygusunu fark etmesi istenir. Belirli uyaranlar ile göz hareketleri, ses, titreşim gibi terapötik müdahaleler ile travmatik olaylar ve olumsuz anılar ile bağlantılar kurularak kişinin olaya karşı duyarlılığını azaltmayı sağlar. EMDR işlenmemiş anıları yeniden işlemleyerek yani beynin sağ yarımküresinde kilitli kalmış anıyı sol yarımküreye yollayarak anıya karşı duyarsızlaşma ve yeniden işlemlemeyi hedefler. Kişi anıyı unutmaz yine hatırlar ancak artıkı onu eskisi kadar rahatsız etmez. EMDR Terapisinin aşamaları şu şekildedir. Danışan Geçmişi : Danışanın geçmiş yaşam deneyimleri ile ilgili bilgi toplanır. Hazırlık: Kişiye EMDR terapi hakkında bilgi verilir, süreç anlatılır. Seans aralarında işlemlemenin devam edebileceği bilgisi verilir ve belirli teknikler, egzersizler öğretilir. Değerlendirme : Çalışılacak hedef anı belirlenir. Kişinin bu olayla ilgili olumsuz inancı , duygusu, beden duyumları, arzu edilen pozitif inanç belirlenir. Duyarsızlaştırma: Kişi olayın en kötü resmine odaklanır , negatif inancı düşünür duygularını, beden duyumlarını fark eder ve zihnini serbest bırakarak yani serbest çağrışım ile zihninden geçen imgeleri, düşünceleri, duyumları, görüntüyü ifade eder. Yerleştirme: Danışanın rahatlatıcı güven veren imge ve düşünceler ile travmatik anıyı bağdaştırması yani renkli kablolar ile bağlantı kurması üzerine çalışılır. Pozitif inancı pekiştirmek için setler uygulanır. Beden Tarama : Kişinin bedenindeki duyumlar taranır. Anıya dair olumsuz duyum varsa setlere devam edilir. Kapanış : Danışana seanstan sonra neler olabileceği anlatılır ve öğretilen teknikleri uygulayabileceği hatırlatılır. Yeniden Değerlendirme: Bir önceki seans değerlendirilip pozitif inancın yerleşip yerleşmediği kontrol edilir. EMDR hangi alanlarda kullanılır? EMDR’ ye göre psikolojik ve psikosomatik rahatsızlıkların çoğunun işlenmemiş anılara bağlı olması uygulama alanını oldukça genişletmiştir. Depresyon Fobiler Kaygı Bozuklukları Performans Kaygısı Yeme Bozuklukları Stresle Başa Çıkma Panik Bozukluk Ağrı Rahatszılıkları ( migren, fibromiyalji)
Kırmızı meyveler, yaygın olarak tüketilen meyvelerdendir. Yapılarında doğal olarak; antioksidanlar, fitokimyasallar, flavanoidler, karotenoidler, polifenoller, vitaminler ve mineraller gibi zengin yapı taşları içerirler. Antioksidanlara ek olarak meyveler, içeriklerinde suyu da yüksek oranda bulunduran lezzetli besinlerdir. Ülkemizde kırmızı meyve üretimi belli bölgelerde yapılır, bu bölgelerin başında Ege, Marmara ve Karadeniz bölgeleri gelir. Dünyada; Rusya, Polonya, Sırbistan, ABD kırmızı meyvelerin yetiştirildiği başlıca ülkeler arasındadır. Böğürtlen, yaban mersini, ahududu, çilek, kızılcık başlıcaları olmak üzere dut grubunda yer alan meyveler, öğün aralarında ve tatlı ihtiyacı duyulan zamanlarda beslenmemize dahil olurlar. Kırmızı meyveler, özellikle antosiyaninler başta olmak üzere iyi bir polifenol kaynağıdır. Antioksidanlar, vücudumuz tarafından üretildiği gibi dışarıdan besinler yoluyla da alınan besin bileşenleridir. Bu bileşenler vücuda alındıklarında, metabolik aktiviteler sonucunda oluşan serbest radikalleri önleyici etkilere sahiptir. Serbest radikallerin hücreye zarar vermesini engelleyen antioksidanlar, yaşlanmaya bağlı olumsuz etkileri de geciktirici özelliğe sahiptir. Fenol ve karotenoidler gibi çok çeşitli antioksidan bileşikler içeren sebze ve meyveler, hücreleri oksidatif stresten koruyarak kronik hastalık riskini azaltır. Kırmızı meyveler antioksidan yönünden oldukça zengindir ve içeriklerinde antioksidan maddelerden biri olan antosiyanin bulunur. Antosiyanin bir pigment türüdür, özellikle böğürtlenin kendine has rengini vermektedir. Birçok bilimsel araştırmada antosiyaninlerin, yaşa bağlı DNA hasarını önleyici, bilişsel beyin fonksiyonları ve göz sağlığını koruyucu etkileri olduğu bulunmuştur. Antosiyaninin sağlıklı bir yağ dokusuna sahip olmayı, öğrenme ve hafızayı da etkilediği gösterilmiştir. Kırmızı meyvelerin içeriklerindeki ellagik asit ve polifenoller tümör hücrelerinin büyümesini yavaşlatır. Polifenollerin kan basıncını düşürücü yönde etkiye sahip olan bileşiklerin artışına sebep olduğu bilinmektedir. Bu nedenle diyette birkaç çeşit besine bağlı kalmayıp, tabaklarımızı renklendirmek önemlidir. Yapılan bir araştırmaya göre, haftada en az 2 porsiyon kırmızı meyve tüketen bireylerin parkinson hastalığına yakalanma oranının %25 daha azaldığı görülmüştür. Aynı araştırmada bol miktarda yüksek oranda flavonoid içeren kırmızı meyve tüketen erkeklerin, parkinson hastalığı riskinin %40 oranında azaldığı görülmüştür. Amerikan Klinik Derneği’ne göre, kırmızı meyvelerde bulunan polifenoller, hasara uğramış hücreleri yenilenmesini sağlayarak Alzheimer’a karşı koruyucu etki gösterir. Kırmızı meyvelerde, içerikleri polifenollerin yanı sıra; A, C, E vitaminleri, fosfor, çinko, magnezyum, selenyum, kalsiyum ve bakır mineralleri bulunur ve ortalama 1 porsiyon (150 g) kırmızı meyve 90 kkalori enerji içerir. İdrar yolları enfeksiyonlarında kızılcık meyvesi sıklıkla kullanılır. İçeriğinde bulunan proantosiyanidin adlı bileşenler, bakterilerin idrar yollarında tutunmasına engel olur. Yaban Mersini Blueberry veya mavi yemiş olarak bilinen ve 30 cm ile 1 metre arasında boyu olan, ılıman-tropik iklimlere adapte olan, çalı formundaki bitkidir. Ülkemizde Karadeniz Bölgesinde tarımı yapılmaya başlanmıştır. Yaban mersini belirgin şeker içeriğine sahiptir, ancak tüketildiğinde düşük glisemik indeks değerinde sahip meyvelerle aynı etkiyi yaratmaktadır. İçeriğindeki A ve C vitaminine ek çinko minerali içerir. Lif oranının yüksek ve antioksidanlar yönünden zengin olması nedeniyle LDL kolesterolünü düşürücü etkisi vardır. Yapısında bulunan insülin benzeri maddeler sayesinde metabolik rahatsızlıklarda kan şekerinin düzenlenmesinde yardımcıdır. Yaban mersini ayrıca idrar yolu enfeksiyonuna karşı koruyucu etki gösterir ve bakterilerin idrar yoluna yapışmasını önler. Amerika’da yaban mersini suyuyla yapılan bir araştırmaya göre öğrenme kapasitesi ve sözel hafızada ciddi gelişmeler sağlandığı, Kanada’da yapılan araştırmaya göre de şişman ve diyabetik özellikteki farelere içirilen Blueberry suyunun farelerin kilolarında ve kan şekerlerinde %35 oranında azalma sağladığı bulunmuştur. Kırmızı Üzüm Fransız toplumu yağ ve kolesterol bakımından zengin besinler tüketmesine rağmen kalp ve damar hastalıklarından ölüm oranı oldukça düşüktür. Kalp hastalıklarından ölüm oranının düşük olması, orta düzeyde şarap tüketimine dayandırılmıştır. Bu koruyucu etkinin şarap yapımında kullanılan kırmızı üzümdeki resveratrol alımı sayesinde oluştuğu düşünülmektedir. Bu durum, “Fransız Paradoksu” olarak adlandırılmaktadır. Biyokimyasal yapısının aydınlatılmasından sonra fenolik bileşiklerden biri olan resveratrol, çeşitli hastalıkların oluşumunun önlenmesinde ve tedavisinde kullanılmaktadır. Resveratrol, anti-inflamatuar, trombosit kümeleşmesini engelleme ve kolesterolü düşürme gibi etkileri ile aynı zamanda koroner kalp hastalıkları riskini de azaltıcı etkilere sahiptir. Bu etkilerinin yanı sıra, son yıllarda yapılan çalışmalarda, resveratrolün Alzheimer hastalığı üzerinde de iyileştirici etkisinin olduğu belirlenmiştir. Günlük 50 adet kırmızı-siyah renkli üzüm tanesinin tüketilmesi, ya da ticari önem kazanmış resveratrol içerikli ekstrelerin tüketilmesiyle resveratrolün koruyucu etkisinden yararlanılabilir. Nar Nar, suyunun yanı sıra kabuğu, kurusu çekirdeklerinde onlarca fenolik bileşeni barındırdığı, bu bileşenler arasında punicalagin’in en yüksek antioksidan aktiviteye sahip olduğu bildirilmiştir. Nar ve nar suyu; damar sertliğini ve prostat kanserini önlemesi açısından önemlidir. Yapılan bilimsel çalışmalar, narın damarların içini saran endotel zarının yapısını sağlamlaştırdığını, kan basıncını düşürdüğünü, LDL kolesterolün oksitlenmesini önlediğini ve bu şekilde damar sertliğinden korunmaya yardımcı olduğunu göstermektedir. Narın ayrıca prostat kanseri gelişimini yavaşlatan, meme, bağırsak ve akciğer kanser hücrelerinin büyümesini önleyici etkileri mevcuttur. Cilde sürülen nar ekstresi, cildi ultraviyole ışığı hasarından korumakta, yara iyileşmesini artırmaktadır. Nar suyunun antioksidan gücü, kırmızı şarap ve yeşil çayın üç katı kadardır. Bunun nedeni kabuktaki tanenlerin suya geçmesidir. Fakat meyve suyu içerken %100 meyve suyu olduğuna dikkat edilmelidir. Aksi takdirde şeker, şurup ve su içmiş olabilirsiniz. Smoothie Bowl Tarifi 1 çay bardağı süt 1 adet dondurulmuş muz 4-5 adet çilek 20 g yaban mersini 40 g böğürtlen 40 g ahududu Yapılışı: Muz, süt ve kırmızı meyvelerden istediklerinizi blendırdan geçirdikten sonra smoothienizin üzerini meyvelerle istediğiniz gibi süsleyip, Hindistan cevizi ekleyebilirsiniz. Afiyet olsun! Diyetisyen Sevde Kara
1- İnsülin damarların içinde iltihaplanmaya neden olur ve damarlar bu yüzden kalınlaşır. İnsülin seviyenizin normal olduğundan emin olmalısınız. Eğer yüksek olmasını istemiyorsanız karbonhidrat tüketimini azaltmalısınız. Düşük karbonhidratlı beslenme veya aralıklı oruç damarlarınız için terapi etkisi yaratacaktır. 2- K2 vitamini, kalsiyumun atardamarlardan uzak tutulmasını sağladığından K2 vitamini içeren besinler tüketmelisiniz. K2 VİTAMİNİNDEN ZENGİN BESİNLER Natto (fermente soya fasulyesi) Karaciğer (sığır, tavuk) Yumurta (sarısı) Organik tereyağı Lahana turşusu Sert peynir 3- Doğal E vitamini tüketiminizi arttırmalısınız. Yeşil yapraklı sebzeler tüketiyorsanız çok iyi miktarda E vitamini bu şekilde alıyorsunuz demektir. 4- Omega-6 yağ asidi tüketimini azaltmalısınız. Soya, mısır, kanola ve pamuk çekirdeği yağı yerine Omega-3 yağ asitlerini tercih etmelisiniz. OMEGA-3’TEN ZENGİN BESİNLER Yağlı balıklar Somon Morina balığı karaciğeri yağı Ceviz 5- Damar sertliği yüksek tansiyona neden olabilir. Bu durumda yeterli potasyum aldığınızdan emin olmalısınız. Potasyum atardamarlarınızın yumuşak kalmasına yardımcı olur. Buradaki problem çoğu insanın yeterli potasyum almak için gereken miktarda salata ve sebze tüketmemesidir. Ayrıca D vitamini de kan basıncının düşük tutulmasında oldukça önemlidir. Doğal olarak sadece Güneşten, morina balığı karaciğeri yağından ve yağlı balıklardan alabilirsiniz. Doktorunuzun tavsiyesi ile de yeterli miktarda D vitamini alabilirsiniz. Atardamar sertliğinin azaltılmasında D vitamini ve potasyum kombinasyonu oldukça güçlü ve iyileştirici rol oynar. Bu kombinasyonu yeşil salata ve yağlı balık tüketerek elde edebilirsiniz. Bunlara ek olarak antioksidan özellikte olan nara, kan basıncını düşürme üzerine olumlu etkilerinden dolayı beslenmenizde yer verebilirsiniz. DYT. SEVDE KARA
Stres duymak, özellikle de kronik stres neredeyse şeker tüketmekle eşdeğerdir. Çünkü stres kortizol hormonunu veya başka bir adıyla ‘Glukokortikoid’leri aktive eder. Glikozu hareket ettirir. Glikoz ve benzeri bileşenleri proteine, yağa ve hatta ketonlara dönüştürür. Stres altında vücudunuz, uyluk kasınızda sahip olduğunuz ve ihtiyaç duymayabileceği ekstra proteinleri harekete geçirecek ve bunu enerji olarak kullanmaya başlayacaktır. Kronik stres durumundan geçtiğinizde yüksek düzeyde kortizol içeren Cushing Sendromu adı verilen durum söz konusu olabilir. Genellikle bu sendroma sahip insanların vücut tipi; Çıkık göbek, sıska bacak, küçük popo olarak ortaya çıkar. Çünkü bu durumda proteinler önce şekere daha sonra yağa dönüştürülür. Bu yüzden stresi olabildiğince azaltmalısınız. Hayatınıza dönüp ne zaman kilo almaya başladığınıza baktığınızda bu muhtemelen stresli bir olaydan sonra olmuştur. Bu stresler kan şekerinizi ciddi şekilde etkileyebilir. Peki ne yapmalıyız? Stresle yüzleşmek zorundayız. Stresten tamamen kurtulmak mümkün değildir. Yapabileceğiniz şey onu yönetmektir. Bu genellikle bazı insanlar yüzünden olduğu için sizi strese sokan insanları belirlemeli ve onları bir süreliğine uzaklaştırmalısınız. Stresli insanların olmadığı, modunuzu düşürmek yerine yükselten insanların yanındaysanız adrenalleriniz mutluluk hormonları salgılar. Haberlerden kaçının. Çünkü haberler çoğunlukla olumsuz durumlar hakkındadır. Fiziksel aktiviteler kortizolü düşürmenize yardımcı olacaktır. Çünkü sadece vücudu hareket ettirmekle kalmaz aynı zamanda zihninizi de düşüncelerden arındırır. Bu nedenle zihninizi sorunlardan uzaklaştırmak için doğa yürüyüşleri gibi fiziksel aktivitelerde bulunmalısınız. Ne kadar çok stres yaşarsanız o kadar az uyursunuz. İyi uyuyamadığınızda daha yüksek kortizol seviyelerine sahip olursunuz. Bu nedenle insanlar yorgunken bir şeyler atıştırmak isterler. Bu da kortizolün düşük olmasından ve dalgalanmasından kaynaklanır. Yaktığınız yağın büyük çoğunluğu gün içinde değil, uyurken yakılır. Bu yüzden yeterli uyumak için yapacağınız her şey hedefinize daha hızlı ulaşmanızı sağlar. Hiçbir şey yapmadan sadece uyuyarak bir şeyleri düzeltmek tuhaf gelse de aslında uyuyarak vücudunuzun iyileşmesine ve onarılmasına izin veriyorsunuz. DYT. SEVDE KARA
1- Yüzünüzdeki şişkinlik azalır ve daha ince görünür. Bu değişikliği hem yüzünüzde hem de göbek bölgenizde gözlemleyebilirsiniz. Göbekteki yağ kaybının asıl nedeni karaciğerin yağları dışarı atmasıdır. Şeker yemeyi bıraktığınızda vücut artık kendi yağlarıyla beslenmek zorunda kalır. Vücudun ana yakıt kaynakları şeker ve yağdır. Seçim şansı olduğunda vücut her zaman şekeri tercih eder. Şekeri kestiğinizde vücudunuzun şeker yerine tek seçeneği yağ olur ve karaciğerden başlayarak yağ rezervlerini kullanır. 2- Şekeri kestiğinizde olumlu yönde etkilenecek 4 organ vardır: Gözler, böbrekler, atardamarlar, beyin Gözleriniz daha iyi görmeye başlayacak ve bulanıklık azalacak. Böbrek fonksiyonlarınız iyileşecek. İdrardaki şeker oranı azalacak. Atardamarlardaki iltihaplanma, fazla glikozun pas etkisi azalacaktır. Şeker sadece yağa değil kolesterole de dönüştüğü için kolesterol değerleriniz iyileşecektir. Sinir ve beyin fonksiyonlarınız iyileceği için hafızanız, odaklanmanız, konsantrasyonunuz, ruhsal durumunuz da iyileşecek ve çok daha mutlu hissedeceksiniz. 3- Geceleri daha az idrara çıkacaksınız ve daha rahat uyuyacaksınız. 4- Vücudunuz şeker yerine yağ yakacağı için daha fazla enerjiye sahip olacaksınız. Şekeri kesip vücudunuzu yağ tüketimine geçirdiğinizde öğünlerde tükettiğiniz ve vücudunuzda depoladığınız yağları öğün aralarında yakarsınız. Bu size gün boyunca büyük miktarda sabit bir enerji verecek ve daha iyi hissedeceksiniz. 5- Ani gelen atıştırma isteğinden kurtulacaksınız. Hiçbir şey yemeseniz bile vücudunuz kendi yağlarını tüketeceği için öğünler arasında iştahınız kapalı olacaktır. 6- İltihaplanma, ağrı, damar sertliğiniz düzelecek ve atardamarlarınız daha esnek olacak. Bu da kan basıncınızın önemli ölçüde düşmesi demektir. Böylece ilaç ihtiyacınız azalacaktır. Atardamarların derinliklerindeki iltihap atardamar duvarlarını kalınlaştırarak kanın akışını zorlaştırır. Arterlerin tıkanmasına sebep olabilir. Şekeri bırakarak yaptığınız şey dokulara daha fazla kan akmasına izin vermektir. 7- Vücut yağlarınızdan kilo vereceksiniz. 8- Daha iyi bir cilde sahip olacaksınız. Deri dahil her yerdeki iltihaplanma azalacağından sivilce, kırmızı döküntüler gibi dermatitler düzelecektir. 9- İnsülin direncinizi iyileştireceksiniz. Konuya insülin direncini açıklayarak başlayalım. Vücut bir şeye direnç gösteriyorsa onun etkisini reddediyor demektir. Bir süre boyunca çok fazla şeker tükettiğinizde vücudunuz buna direnmeye çalışır. Şeker artık reseptöre bağlanamaz. Çünkü vücut bu bağlantıya bir bariyer oluşturur ve buna duyarsız hale gelir. Vücutta çok fazla insülin varsa direnç oluşur ve pankreas bunu kırmak için daha fazla insülin üretir. Fazla insülin üretimi sonucunda yorulan pankreas güçsüzleşir ve eskisi kadar insülin üretemez. Bu durumda pre-diyabet veya şeker hastalığı durumu gözlemlenir. Ayrıca insülin; potasyum, magnezyum, B1 vitamini, kalsiyum ve D vitamini emilimi için gereklidir. Yani şekeri keserek insülin direncini iyileştirebilir ve protein yapıcı aminoasitler de dahil olmak üzere tüm bu besinlerin emilimini arttırabilirsiniz. Selülit görünümünden kurtulur, daha fazla kas kazanırsınız ve daha iyi vücut şekli elde edersiniz. İnsülin direncinden kurtulmak; karaciğer yağlanması, kalp hastalığı, felç ve kanser riskinin azalmasına yardımcı olur. DYT. SEVDE KARA
İnsanlar hayata gözlerini açmalarından itibaren gelişim gösteren ve gelişimleri çok uzun yıllar devam eden canlılardır. Bu gelişme sürecinde insanlar çeşitli dönemlerden geçerler ve gelişimlerinde ergenlik sürecinin 15-25 yaş arası dönemin oldukça önemli olduğu konusunda görüş birliği mevcuttur. Çocukluktan yetişkinliği geçişte bir ara dönem olan ergenlikte, bireylerin tüm yetişkinlik hayatlarında kendilerine eşlik edecek olan biyolojik ve psikolojik özelliklerinin çoğuna oldukça kısa sürede geçiş yaparlar. Çocuğun tüm organları büyür, boyu uzar, kilo alır, yüz şekli değişir vs. Vücut hormon dağılımının da hızlı bir şekilde değişmesi nedeni ile ergenler bir yandan vücutlarında meydana gelen değişiklikler, bir yandan psikolojik duygu ve düşünce karmaşası ile baş etmek durumunda kalırlar. Depresyon belirli bir süre devam eden bir çökkünlük, kederlilik ve gerek bedensel gerekse düşünsel her türlü faaliyette yavaşlamaya neden olan bir rahatsızlıktır. Genel olarak bu duygular yaşanan çeşitli olumsuz olayların neticesi olarak ortaya çıkar fakat her olumsuz olayın akabinde bir depresyon yaşanmaz. Depresyonda bu durum oldukça uzun süreli ve bireyin günlük hayatını da etkileyecek derece ağır olarak devam eder. Depresyon, her beş kişiden birinde görülmekle birlikte bölgeden bölgeye de değişiklik göstermektedir . Depresyonun belirtileri ise şu şekildedir ; çevresine ve olaylara karşı ilgi kaybı, enerji azlığı, önceden keyif aldığı ilgi alanı olan şeylerden zevk alamama, uyku bozuklukları, çökkünlük, karamsarlık, kederlilik, psikomotor düşünsel aktivitede yavaşlama, aktivite verimliliğinde düşüş, suçluluk-değersizlik fikirleri, kararsızlık, odaklanamama,dikkat, hatırlamada güçlük şeklindedir. Ergenlikte yaşanan ruhsal problemlerin en önemlilerinin başında depresyon bulunmaktadır. Ergenlikte depresyonun nedenleri konusunda en çok incelenen etken genetik etkenlerdir. Bunun yanı sıra ergenlik döneminde depresyonun ortaya çıkmasında çevresel faktörlerin, olumsuz yaşam olaylarının, biyolojik faktörlerin de sebep olduğu söylenebilir. Gerçekleştirilen çalışmalar neticesinde depresyon rahatsızlığı olan ergenlerin beşte biri ile yarısı kadar olan bir sayıdaki ergenin aile öyküsünde bir ruhsal bozukluk rahatsızlığı bulunduğu belirlenmiştir. Depresyonun gelişiminde ergenin ailesi ve sosyal çevresi en etkili unsurlardır. Genetik olarak depresyona yatkın bir ergenin aile ve sosyal çevresi ergene olumlu katkılarda bulunursa depresyonun asgari seviyede atlatılması kuvvetle muhtemeldir. Gerçekleştirilen araştırmalar neticesinde genel olarak ergenlerin daha fazla anne ile çatışma yaşadığı belirlenmiştir. Aile içi çatışmaların ise genel olarak ders çalışma, kardeşler arası kıskançlık, kuşaklar arası çatışma ve ekonomik sorunlar nedeniyle ortaya çıktığı görülmüştür. Ergen depresyonunun büyük ölçüde psiko-sosyal anne-baba/ailesel risk etkenleri ile ilişkili olduğu, ekonomik sıkıntılar ve yoksulluk, stresli yaşam olayları, aile içi uyumsuzluk, anne-baba psikopatolojisi ve aile içi şiddet ile de bağlantılı olduğu bildirilmiştir. Ayrıca, depresif ailelerin çocuklarında depresyon vakalarının görülme sıklığı da daha fazladır. Ergenlik , biyolojik ve fiziksel özelliklerde köklü değişikliklerin gerçekleştiği bir süreçtir. Söz konusu gelişimin gencin karşısına birden çıkması nedeni gencin bu sürece hazırlıksız yakalanması bu süreci atlatmasında kendisini çaresiz ve yalnız hissetmesine neden olabilir. Dolayısı ile bu sürece genci hazırlamak, bilgilendirmek ve onu desteklemek, ergenlik sürecinin sıkıntısız olarak atlatılmasında oldukça etkili olmaktadır. Ergenlik bazı gençlerde geç başlayabilir. Gençlerin bu durumu bir problem olarak düşünmemesi için, bu durumun gayet normal olduğu bazı gençlerin ergenliğe geç girebileceği konusunda bilgilendirilmelidir. Aksi takdirde bu durumun gençlerde kaygı bozukluğuna sebep olması, daha ileri düzeyde bu kaygı bozukluğunun depresyona zemin hazırlaması görülebilmektedir.
Ergenlik döneminde ruhsal sıkıntılar ile karşılaşılmakta ve ergen depresyonu günümüzde giderek yaygınlaşmaktadır. Ergenlikte ortaya çıkabilecek depresyonun önlenmesinde ailenin ve okulun katkısı oldukça önemlidir. Bu dönemde depresyonun asgari seviyeye indirgenmesinde, Okula güçlü bağlılık sağlanması, Sosyal desteğin arttırılması Kişilerarası güçlü ilişkilerin tesis edilmesinin olumlu katkılar sağladığı belirlenmiştir. Ailenin bu noktada önemi büyüktür. Özellikle bakım ve korumanın aşırı düzeyde olması ve buna bağlı olarak izlenen baskıcı tutum, çocukların ergenliğe geçiş sürecinde çeşitli ruhsal sorunlar yaşamalarında etkilidir. Ayrıca, bakım ve korumanın ihmal edilmesi de benzer sonuçlar doğurabilmektedir. Ebeveynlerin çocuğa sağladığı destek, birlik beraberlik, hoşgörü gibi unsurlar ergenlerin depresyondan korunmasında oldukça etkilidir. Ergenlerin psikolojik sağlıklarının korunması ve devamlılığının sağlanması sadece ergene bakmakla yükümlü olanların uhdesinde olan bir görev değildir. Ergenin çevresinin etkisi de oldukça fazladır. Bu çerçevede okul ve okulun imkânları ile arkadaş çevresi, okulun ergene sunduğu sosyal programlar, yaşam alanlarının varlığı, komşuların desteği, vs. de oldukça etkilidir. Ayrıca ergenin üzerindeki sosyal kontrolün derecesi de ruh sağlığının devam ettirilmesinde önemlidir (Alşen, 2012). Çevresel tedbirlerin yanında gencin bireysel olarak sahip olduğu özelliklerin de depresyonun gelişiminde etkili olduğu görülmektedir. Bireyin problemlerle baş edebilme becerisi, özsaygısının yüksek olması ve problem çözme yeteneği depresyonun asgari seviyelerde seyretmesinde etkilidir. Dolayısıyla, ergenin özgüven artışının sağlanması, özsaygısının yükseltilmesi, baş etme becerilerinin kazandırılması ve sağlıklı benlik algısı oluşturmaya yönelik çalışmalar bu süreçte olumlu katkılar sağlamaktadır. ERGENLİK DÖNEMİNİ SAĞLIKLI GEÇİREBİLMEK İÇİN EBEVEYNLERE TAVSİYELER Çocuğunuzla iletişim kurun, iyi bir dinleyici olun. Çocuklar bu süreçte anne babalarının desteğine ihtiyaç duyarlar. Çocuğunuz duygu ve düşüncelerini ifade ettiğinde onu yargılamaktan kaçının, anlamaya çalışın. Çocuğunuzu destekleyin onun yanında olduğunuzu gösterin bu onu güvende hissettirecektir. Kendi seçimlerini yapmasına izin verin. Örneğin; saç biçimi, rengi, kıyafet seçimi vs. alanlarında özgürlükler tanıyın. Siz de ebeveyn olarak beklentilerinizi, sınırlarınızı ifade edin. Bu sınırların nedenlerini onunla konuşun, çocuğunuzun da fikirlerini, duygularını ifade etmesine izin verin gerektiğinde sınırları esnetip uzlaşma yoluna gitmeyi hedefleyin. Sorumluluk almasını sağlayın. Ona ev işleri, market alışverişi vs. alanlarında sorumluluklar verin. Bu durum gencin özgüvenini arttıracak, aynı zamanda sorumluluk duygusunu geliştirecektir.
Panik Atağı Nedir? Herkes zaman zaman endişe, kaygı ve panik hissi yaşayabilir. Bu durum stresli, gergin olaylara karşı verilen doğal bir tepkidir. Ancak panik atak durumunda gerçekte bir tehlike, bir problem olmamasına karşın kişi korku, endişe ve kaygı durumları yaşar ve vücut büyük bir tehlike varmış gibi tepki verir. Nefes darlığı/ boğuluyor gibi olma, terleme, göğüs ağrısı, titreme, soluğun kesilmesi, çarpıntı, bulantı/karın ağrısı, baş dönmesi, uyuşma tarzında fiziksel belirtiler kişiye önemli bir sağlık sorunu varmış gibi hissettirir. Aniden başlayan ,hızla zirve yapan yaklaşık 10 dakikada tepe noktasına ulaşan yoğun korku, sıkıntı duyma halidir. Gürültülü tablodur, o sırada düşünmek plan yapmak zordur. Yaklaşık 30 dakikaya kadar sürebilir. Kişi; kalp krizi geçireceğini, bayılacağını, felç geçireceğini hatta öleceğini düşünür. İlk başvuru genellikle acil servisleredir. Kişi, yaşadığı durumun bazı bedensel tepkilere yol açması ve bunları yanlış yorumlaması sonucu korku duymaya başlar. O an yaşadığı bedensel tepkilerin tekrar yaşanacağını düşünür bedensel duyumlara dikkat artar. Bir beklenti geliştirir. Panik atak tekrar geçirmeye karşı ortaya çıkan bu korku durumuna panik bozukluk denir. Kişi sağlıkla ilgili endişelenmeye daha kaygılı hale gelir. Kişi ataklarla ilişkili olarak bazı kaçınmalar davranış değişiklikleri gösterebilir. (Spor, işe gitmeme, yanında ilaç taşıma) Sağlık kuruluşlarına yakın olmak isterler. Panik bozukluğa agorafobi eşlik edebilir. Agorafobi açık yerlerde bulunma, toplu taşıma, kapalı yerlerde bulunma sırada bekleme gibi kişinin kaçmanın güç olacağı, yardım alamayacağına karşı duyulan aşırı korkudur. Bu gibi durumlardan ya kaçınırlar ya katlanırlar ya da bir kişinin varlığına ihtiyaç duyarlar. Yani bazı güvenlik sağlayıcı davranışlar görülebilir. Panik bozuklukta ilaç ve psikoterapi tedavi için oldukça faydalıdır. Hastalık ile ilgili ruhsal eğitim de tedavi için önemli bir parçadır.
Bebeklik, çocukluk, ergenlik gibi yaşlılık da yaşam sürdükçe geçilecek kaçınılmaz bir yoldur. Farklı toplumlarda yaşlılığa bakış, yüklenen anlam farklıdır. Yaşlılara içinde bulundukları yeni yaşam koşulları ve yaşamın kontrol edilemeyecek bazı gerçeklerini kabullenmelerini öğretmek oldukça önemlidir. Kişinin kendi kararlarını kendisinin vermesi, yaşamından memnun olması, yeni deneyimlere açık olması, yaşlanma ile ilgili değişikliklere uyum sağlayan bir çevresinin olması, kendi duygu ve düşüncelerinin farkında olması başarılı yaşlanmanın ölçütlerindendir. Yeterince destek sistemi olan, çevresi tarafından ihtiyaç duyulan, belirli hedeflerine ulaşmış kişiler mutlu hissederken; sosyal desteği az olan, çevresi tarafından ilgi gösterilmeyen kişiler mutlu hissedemez. Bu süreçte yaşlılar çoğunlukla yalnız yaşamakta sağlık sorunları, ekonomik sorunlar ile uğraşmakta toplumdan izole olmakta ve bununla birlikte özgüven ve kendilik algısında olumsuzluklar yaşamaktadırlar. Yalnızlık yaşlı birey için en önemli psikososyal sorundur. Yaşlı birey için bu süreç, artık geleceğe yönelik planlar yapmaya ve umut etmenin mümkün olmadığı bir düzeye geldiği zaman kişi kendine daha olumlu görünen geçmişe sığınır. Eskiye karşı aşırı bağlılıkları olur ve sürekli eskiyi anlatırlar. Yakın zamanda yaşanan olayları unutmalarına rağmen otuz yıl öncesini bütün ayrıntılarıyla rahatlıkla anlatabilirler. Bunun yanında eski birtakım alışkanlıklarını; mesela televizyonun yeri, odanın rengi bunları değiştirmekten hoşlanmazlar ve huzursuz hissederler. Aynı zamanda sağlığa aşırı düşkünlük yaşam hevesi, yaşama bağlılık beklenenin aksine daha çok artmaktadır. Bu sebeple yaşlı birey kendisine iyi bakılıp ilgilenilmediği, sağlığının ihmal edildiği şeklinde kaygılar yaşar. Bu sürecin bir parçası olan emeklilik dönemi ise toplumda mesleki rolü ile var olan kişiler için duygusal olarak çöküntüye sebep olur. Bunun yanında ekonomik olarak da eskiye göre imkanlarının kısıtlanıyor olması ve başkasına yük olmak yaşlı bireyler için büyük bir problemdir. En önemlisi de artık duygusal yönden yakınlarının desteğine, ilgisine ihtiyaç duyarlar. Bu süreçte eş kaybı da gerçekleşmiş ise daha umutsuzluk, yalnızlık, çökkün duyguların artmasına sebep olabilmektedir. Yeterince sosyal desteğin olması süreci yönetmeyi kolaylaştırmaktadır. Ancak; yalnız olmak, düşük sosyoekonomik gelir, başkalarına bağımlı olarak yaşama, fiziksel hastalık varlığı depresyona eğilimi arttırmaktadır. Stres etmenlerinin varlığı sosyal ve medikal desteğin azlığı ile birlikte psikiyatrik belirtiler de görülür. Demans, depresyon, kaygı bozuklukları, duygudurum bozuklukları, unutkanlık sıklıkla görülür. Yaşın ilerlemesiyle birlikte bazı psikolojik yetilerinde azalabileceği unutulmamalıdır. Yaşlılarda en çok görülen düşünme kabiliyeti ve hafızanın zayıflaması, zihin bulanıklığı daha da ileriki yaşlarda zaman ve mekan algısının kaybolmasıdır. Gençlik döneminde çeşitli ilgi alanlarının oluşturulması, zihinsel yeteneklerin geliştirilmesi, sorunlar, olaylar üzerinde baş etme becerileri geliştirilmesi aynı zamanda bu sürece de hazırlayacaktır. Bu dönemi keyifli, mutlu geçirmek için fiziksel aktiviteler, yaşamda aktif olabilmek, sağlıklı beslenme, şimdi ve burada kalabilmek, düzenli sağlık kontrolleri yaptırmak önem taşımaktadır. Bireyin sosyal çevre ile iç içe olması bulunduğu yaşam koşulları ile baş etmesine katkı sağlar. Bireyin kendisine ihtiyaç duyulduğunu hissetmesi, örneğin; torunlarını okula getirip götürmesi, market alışverişleriyle ilgilenmesi yani yaşam içinde sorumluluk alıyor olması, çevreden destek görmesi ve bunu öznel olarak algılaması bulunduğu yaşam koşullarıyla mücadele etmede önem taşımaktadır. Bunların yanında aslında yaşlılar bilişsel desteğe de oldukça ihtiyaç duymaktadırlar ancak bu pek fazla ön planda tutulmamaktadır. Yaşlılık; bilgileri almaya, değerlendirmeye, öğrenmeye engel oluşturmamaktadır. Bilişsel becerileri devam ettirecek ilgi alanları oluşturmak bunamayı geciktirecektir. Yani yaşlıların fiziksel probleminin yanında psikolojik durumlarıyla da ilgilenilmelidir. Yaşlı nüfusun giderek çoğalmaya başlaması bu duruma tedbir almayı da gerektirmektedir.
Duygusal yeme, sadece mideyi doldurmanın ötesine geçen bir deneyimdir. Bu, duygularımızın beslenme alışkanlıklarımızı nasıl etkilediğini anlamamıza ve içsel dengeyi yeniden kurmamıza yardımcı olabilecek karmaşık bir alanı kapsar. Bu yazıda, duygusal yeme ve beslenme arasındaki derin bağı keşfedeceğiz ve bu ilişkinin nasıl sağlıklı bir yaşam tarzıyla uyum içinde olabileceğini inceleyeceğiz. Duygusal Yeme: Midenin Dilinden Zihnin Dünyasına Duygusal yeme, sadece fiziksel bir ihtiyaçtan ziyade, zihinsel ve duygusal bir ihtiyaçla ilgilidir. Stres altında, mutluluk anlarında veya sıkıntılı zamanlarda yemek yeme eylemi, içsel boşluğu doldurmanın bir yolu olarak işlev görebilir. Bu durumda, yemek yeme eylemi, duygusal bir rahatlama ve tatmin kaynağı olabilir. Duygusal Yeme Alışkanlıklarının Kökenleri: Zihinsel Labirentlerin Anahtarı Duygusal yeme alışkanlıklarının kökenleri, kişiden kişiye değişiklik gösterebilir. Ancak, sıkıntı, stres, yalnızlık, düşük benlik saygısı ve hatta geçmiş travmalar gibi faktörler, duygusal yeme eğilimini artırabilir. Bu duygusal zorluklarla başa çıkmak için yemek, bir tür kaçış veya anlık tatmin sağlayabilir. Duygusal Yeme ve Beslenme: Zihin ve Beden Arasındaki Dengeyi Bulmak Duygusal yeme alışkanlıkları genellikle sağlıksız beslenme alışkanlıklarıyla ilişkilendirilir. Stresli bir durumla karşılaştığınızda abur cubur veya hızlı hazır yiyecekler tüketmek, kısa vadede rahatlama sağlasa da uzun vadede sağlık sorunlarına yol açabilir. Ayrıca, duygusal yeme alışkanlığının bir sonucu olarak aşırı yeme ve kilo alımı gibi durumlar da yaygındır. Duygusal Yeme Alışkanlıklarını Değiştirmek: Zihinsel Yemeğin Formülü Duygusal yeme alışkanlıklarını değiştirmek zor olabilir, ancak kesinlikle mümkündür. Bu, farkındalık ve kararlılık gerektirir. İlk adım, duygusal durumları tanımak ve farkında olmaktır. Sonrasında, yemeğin dışında alternatif stratejiler geliştirmek önemlidir. Egzersiz yapmak, meditasyon yapmak, hobilerle uğraşmak veya sevdiklerinizle vakit geçirmek gibi aktiviteler, duygusal ihtiyaçlarınızı karşılamak için harika birer seçenek olabilir. Son Söz: Duygusal Dengenin Mideyle İlişkisi Duygusal yeme ve beslenme arasındaki ilişki, zihinsel ve fiziksel sağlığımızı etkileyen karmaşık bir alandır. Ancak, sağlıklı beslenme alışkanlıkları ve duygusal dengenin bir araya gelmesi, içsel huzur ve mutluluğumuz için hayati önem taşır. Kendinize sağlıklı bir zihin ve beden hediye edin ve yaşamın her anının tadını çıkarın. DYT. SEVDE KARA
DİYABET NEDİR ? Vücudumuzda pankreastan salınan insülün miktarının yetersiz olması veya insülinin yeterli fonksiyon gösterememesi sonucu kandaki şeker miktarının normalin üzerine çıkması ile ortaya çıkan hastalığa DİYABETES MELLİTUS (şeker hastalığı) denir. Problem vücudun hiç insülin üretmemesi, yeterli düzeyde insülin üretememesi veya insülini tam anlamıyla kullanamamasından kaynaklanır. İNSÜLIN VÜCUTTA NE İŞE YARAR? İnsülin pankreasta üretilen ve kan şekerini düzenleyen bir hormondur. Yediğimiz yiyeceklerle aldığımız karbonhidrat protein ve yağlar vücutta dönüşüme uğrayarak hücreleri çalıştıracak yakıt haline dönüşürler.Hücreler tarafından kullanılan esas yakıt basit şeker olarak adlandırılan glukozdur. İşte hücrelerin yakıtı olan kandaki glukozun hücrelere geçebilmesini ve hücrelerin bunu yakarak enerji üretebilmesini İnsülin sağlar.İnsülin kan dolaşımı boyunca glukoza eşlık eder ve hücrelerin kilidini açarak glukozun içeriye girmesini sağlar. Eğer vücut yeterli insülin üretemezse hücreler glukozu kandan alıp enerjiye çeviremezler ve kullanılmayan glukoz kanda yüksek seviyelere ulaşır.
Kurban Bayramı, Müslümanlar için büyük bir öneme sahip olan, ailelerin ve arkadaşların bir araya geldiği, paylaşımın ve dayanışmanın arttığı özel bir dönemdir. Bu bayramda özellikle et tüketimi artar ve bu durum bazı sağlık sorunlarına yol açabilir. Dengeli ve sağlıklı beslenmenin önemini unutmadan, Kurban Bayramı’nda diyete dikkat etmek için aşağıdaki önerilere kulak verebilirsiniz. Porsiyon Kontrolü Et tüketiminin yoğun olduğu bu dönemde, porsiyon kontrolü oldukça kritiktir. Aşırı et tüketimi sindirim sorunlarına ve kilo alımına yol açabilir. Her öğünde et porsiyonlarını sınırlandırarak dengeli bir diyet sürdürebilirsiniz. Sağlıklı Pişirme Yöntemleri Etleri sağlıklı pişirme yöntemleriyle hazırlamak, hem lezzetli hem de besleyici yemekler yapmanızı sağlar. Izgara, fırın veya haşlama gibi yöntemleri tercih ederek, etlerin yağ içeriğini azaltabilir ve daha sağlıklı yemekler tüketebilirsiniz. Kızartma işlemi, etin yağ içeriğini artırarak sağlıksız hale getirebilir, bu nedenle kızartmadan kaçınmak faydalı olacaktır. Sebzelerle Dengelenmiş Öğünler Et tüketiminin yoğun olduğu öğünlerde, sebzelere de yer vermek önemlidir. Sebzeler, lif açısından zengin olup sindirimi kolaylaştırır ve vitamin-mineral dengesini sağlar. Etin yanında bol miktarda sebze tüketerek dengeli bir öğün oluşturabilirsiniz. Yağsız Et Seçimi Mümkün olduğunca yağsız veya az yağlı etleri tercih etmek, sağlıklı bir diyet için önemlidir. Kırmızı etin yağ içeriği yüksek olabilir, bu nedenle görünür yağları temizlemeye özen gösterin. Bu sayede, doymuş yağ alımını azaltarak kalp sağlığınızı koruyabilirsiniz. Yavaş Yemek ve İyi Çiğneme Yavaş yemek yemek ve iyi çiğnemek, sindirimi kolaylaştırır ve tokluk hissinin daha hızlı oluşmasına yardımcı olur. Bu yöntemle, hem yemeğinizin tadını daha fazla çıkarabilir hem de aşırı yemekten kaçınabilirsiniz. Tatlı ve Şekerli Yiyeceklerden Kaçınma Bayram süresince şekerli tatlılar ve hamur işleri sıkça tüketilir. Ancak, bu tür yiyeceklerin tüketimini sınırlamak sağlığınız açısından önemlidir. Mümkünse daha sağlıklı alternatifler tercih ederek, şeker ve kalori alımını kontrol altında tutabilirsiniz. Su Tüketimi Bol miktarda su içmek, sindirimi kolaylaştırır ve tokluk hissini artırır. Bayram boyunca su tüketimine özen göstermek, genel sağlığınızı korumaya yardımcı olacaktır. Dengeli Beslenme Kurban Bayramı’nda sadece et ve protein odaklı beslenmek yerine, karbonhidrat, protein, sağlıklı yağlar ve sebzelerden alacağınız bol lifi dengeli bir şekilde alındığı öğünler planlayın. Bu denge, vücudunuzun ihtiyaç duyduğu tüm besin öğelerini almasını sağlar. Fiziksel Aktivite Bayram süresince fiziksel aktivitenizi ihmal etmeyin. Düzenli yürüyüşler ve hafif egzersizler, metabolizmanızı canlı tutar ve sindirimi destekler. Fiziksel aktivite, bayramın keyfini çıkarırken formda kalmanıza yardımcı olur. Yavaş Başlayın Bayramın ilk gününde çok fazla yemek yememeye özen gösterin. Midenizin bu değişime adapte olması için zamana ihtiyacı vardır. Yavaş başlayarak, sindirim sisteminizi aşırı yüklemeden sağlıklı bir bayram geçirebilirsiniz. Kurban Bayramı, paylaşmanın ve dayanışmanın yanı sıra sağlığınızı da ön planda tutmanız gereken özel bir dönemdir. Yukarıdaki önerilere dikkat ederek, bayram boyunca dengeli ve sağlıklı beslenebilir, sevdiklerinizle birlikte keyifli bir bayram geçirebilirsiniz. DYT. SEVDE KARA
*Lif Bombası: Sebzeler ve Tam Tahıllar* Lifli gıdalar, bağırsaklarınızın en iyi dostudur! Sebzeler, meyveler ve tam tahıllar, sindirimi düzenler ve bağırsak hareketlerini destekler. Günlük olarak lif açısından zengin gıdalar tüketmek, kabızlığı önler ve genel bağırsak sağlığını iyileştirir. *Probiyotik Mucizesi: Fermente Gıdalar* Yoğurt, kefir, lahana turşusu ve kimchi gibi fermente gıdalar, bağırsak mikrobiyotanızı güçlendirir. Bu probiyotikler, sindirim sistemi sağlığını korur ve bağışıklık sisteminizi destekler. Her gün bir porsiyon fermente gıda tüketmeye çalışın! *Su, Su ve Daha Fazla Su!* Yeterli miktarda su içmek, sindirimi kolaylaştırır ve bağırsak hareketlerini düzenler. Gün boyu su içmeyi alışkanlık haline getirin. Yeterince su içmek, bağırsak sağlığınız için hayati önem taşır. *Stres Yönetimi: Zihninizi ve Bağırsaklarınızı Rahatlatın* Stres, bağırsaklarınızın en büyük düşmanıdır. Yoga, meditasyon ve derin nefes egzersizleri gibi tekniklerle stresi azaltmak, bağırsak sağlığınızı korur. Zihninizi rahatlatın, bağırsaklarınız da rahatlasın! *Egzersiz: Hareket Etmek Sağlıktır* Düzenli fiziksel aktivite, bağırsak hareketlerini artırır ve sindirim sistemini destekler. Haftada en az 150 dakika orta yoğunlukta egzersiz yaparak hem bedeninizi hem de bağırsaklarınızı formda tutun. *Antibiyotiklerden Uzak Durun* Antibiyotikler, sadece gerektiğinde kullanılmalıdır. Gereksiz antibiyotik kullanımı, bağırsaklardaki faydalı bakterileri yok eder. Doktorunuzun önerisi dışında antibiyotik kullanmaktan kaçının. *Uyku: Gece Dinlenmesi, Bağırsakları Dinlendirir* Yeterli ve kaliteli uyku, bağırsak sağlığını doğrudan etkiler. Her gece 7-9 saat uyumaya özen gösterin. İyi bir uyku, bağırsak sağlığınızın anahtarıdır. *Yavaş ve Keyif Alarak Yiyin* Yemeklerinizi yavaş ve dikkatli yemek, sindirimi kolaylaştırır. Her lokmayı iyice çiğneyin ve yemeklerinizin tadını çıkarın. Bu, hem sindirim sürecinizi iyileştirir hem de daha az yemenizi sağlar. *İşlenmiş Gıdalardan Kaçının* İşlenmiş gıdalar, bağırsak sağlığınızı bozabilir. Şekerli, yağlı ve rafine edilmiş gıdalardan uzak durarak bağırsaklarınıza iyilik yapın. Doğal ve taze gıdalar tüketin. Bağırsak sağlığınızı öncelik haline getirmek, genel sağlığınızı ve yaşam kalitenizi artırır. Bu ipuçlarını uygulayarak, daha enerjik, sağlıklı ve mutlu bir yaşam sürebilirsiniz! DYT. SEVDE KARA
Chia tohumları, besin değeri yüksek ve sağlığa birçok fayda sağlayan bir süper gıdadır. İşte chia tohumlarının bazı önemli faydaları: Zengin Besin İçeriği: Chia tohumları, omega-3 yağ asitleri, lif, protein, vitaminler (özellikle B vitamini) ve mineraller (kalsiyum, magnezyum, fosfor) açısından zengindir. Yüksek Lif İçeriği: Chia tohumları, sindirim sistemini destekleyen ve bağırsak sağlığını iyileştiren yüksek miktarda lif içerir. Lif, sindirimi düzenler ve tokluk hissini artırabilir. Omega-3 Yağ Asitleri: Chia tohumları, bitkisel kaynaklı omega-3 yağ asitleri (alfa-linolenik asit) bakımından zengindir. Omega-3 yağ asitleri kalp sağlığını destekler, inflamasyonu azaltır ve beyin fonksiyonlarını iyileştirir. Antioksidanlar: Chia tohumları, serbest radikallerle savaşan antioksidanlar içerir. Bu antioksidanlar hücreleri korur ve yaşlanma sürecini yavaşlatabilir. Kilo Kontrolü: Chia tohumları suyla birleştiğinde jel kıvamına gelir. Bu jel formu tokluk hissini artırır ve açlık hissini azaltabilir, bu da kilo kontrolüne yardımcı olabilir. Kalp Sağlığı: Omega-3 yağ asitleri, lif ve antioksidanlar kalp sağlığını destekler. Chia tohumları kolesterol seviyelerini düzenlemeye ve yüksek tansiyonu azaltmaya yardımcı olabilir. Kemik Sağlığı: Chia tohumları, kalsiyum, fosfor ve magnezyum içerir, bu da kemik sağlığını destekler ve osteoporoz riskini azaltabilir. Kan Şekeri Kontrolü: Lif ve protein içeriği, kan şekerinin daha dengeli bir şekilde yükselmesini ve düşmesini sağlar, bu da diyabet yönetimine yardımcı olabilir. Enerji Verme: Chia tohumları, enerji seviyelerini artıran ve yorgunluk hissini azaltan besin ögeleri içerir. Özellikle sporcular için enerji sağlayan bir atıştırmalık olabilir. Sindirim Sistemi Sağlığı: Yüksek lif içeriği sayesinde sindirim sisteminin düzenli çalışmasına yardımcı olur ve kabızlık gibi sindirim sorunlarını azaltabilir. Chia tohumlarını çeşitli şekilde diyetinize dahil edebilirsiniz: yoğurt, smoothie, salata veya kahvaltılık gevreklerle karıştırarak tüketebilirsiniz. Ancak, chia tohumlarının yüksek lif içeriği nedeniyle, bol su içmeye dikkat etmek önemlidir. DYT. SEVDE KARA
Hazımsızlık, gaz, şişkinlik, dışkılama değişiklikleri toplumda çok sıklıkla görülen bazen hastayı hekim hekim gezdiren ve çoğunlukla da kalıcı bir çözüm bulunamayan ve genellikle barsak sistemimizin fonksiyon bozukluğundan kaynaklanan şikayetlerdir. Günümüz toplumunda stresli ve yoğun çalışma temposuyla geçen hayatla birlikte düzenli ve düzgün bir beslenme tarzının olmadığı bireylerde çok sıklıkla yukarıdaki yakınmaları görmekteyiz. Hassas barsak sendromu ya da irritabl barsak sendromu dediğimiz bu durum çoğu kere organik bir patoloji olmamasına rağmen daha çok kalın barsakların normal çalışmaması ve barsak gerginliğinin artması sonucu ortaya çıkar. Barsak sistemimiz stres koşullarından genellikle ilk etkilenen organımızdır. Normal koşullarda ağızdan aldığımız gıdalar mide barsak pasajını 18-24 saatte geçerek dışkılamayla kalan atıklar dışarı atılır. Normal barsak hareketleri içerisinde bu nedenle dışkının alıştığımız normal bir şekli kıvamı ve kokusu oluşmaktadır. Stres durumları ya da düzensiz dengesiz beslenme ile ve çoğu kere ikisi bir arada olduğunda barsakların hareket hızı ve gerginliği de değişkenlik gösterir. Çoğu kere barsak pasajı hızlanırken bazen de yavaşladığını ve normal dışkılama süresinin arttığını ya da azaldığını görürüz. Genelde rastlanan günde birkaç kereden daha sık aralıklarla tuvalet ihtiyacının oluşması ve dışkı miktarının az olmasıdır. Dışkının kıvamı da bozularak keçi pisliği diye tarif ettiğimiz küçük küçük ve parça parça dışkılama şeklinde olur. Karında orta şiddetli tüm karna yayılan müphem bir ağrı gerginlik şişkinlik ve aşırı gaz çoğu kere belirtilere eşlik eder. Normalde gıdalar midemize geldiği anda mideden barsaklara çıkan uyarıcı refleksler barsak hareketlerini de başlatır. Ancak hassas barsak sendromunda bu refleks çok abartılı olarak ortaya çıkar ve kişiler yemek yer yemez tuvalete gitme ihtiyacı hisseder. Basit gibi görünen bu durum çoğu kere kişinin yaşam kalitesini son derece olumsuz bir şekilde etkiler. Barsak seslerinin çok aktif olması bazen dışardan da duyulan gurultulara sebep olur ve yaşam standardını düşürebilir. Aylarca, yıllarca devam edebilen bu durum barsakların normal bir çalışma tarzı haline gelerek kalıcı barsak bozukluklarına yol açabilir. Tanısı kolay gibi düşünülen hassas barsak sendromu aslında kolay tanı konamayan genelde diğer mide barsak hastalıklarıyla çok sıklıkla karışabilen bir hastalıktır. Fonksiyonel demeden önce mutlaka mide barsak sisteminde organik bir bozukluğun olup olmadığı çeşitli inceleme yöntemleriyle araştırılmalı; ultrasonografi ve gerekirse endoskopi, kolonoskopi yapılmalıdır. Glutenenteropatisi ve çeşitli gıda entoleransları gibi durumların özel testlerle ekarte edilmesi gerekebileceği gibi hekimlerimiz çoğu kere bunlara gerek kalmadan tanıyı koyabilirler. Tedavide öncelikle aşırı stres faktörünün bir şekilde ortadan kaldırılması gerekirse bununla ilgili psikiyatrik destek alınması ve yeme alışkanlıklarının mutlaka değiştirilmesi gereklidir. kalınbarsaklarda gerilimi azaltan barsak hareketlerini yavaşlatan dışkıyı yumuşatan bir takım ilaçlarla da hastanın belirtilerine göre destek vermek gerekebilir. Öğünleri düzenli ve zamanında yemek bol su tüketmek yemeği yavaş yemek düzenli bir uyku ve sebze ağırlıklı beslenmek alınabilecek en basit tedbirlerdir.
“Diabetes Mellitus” günümüzün temel sağlık sorunlarından birini oluşturmaktadır. Aslına bakarsak dünya tarihinde çok eski zamanlardan beri bu hastalık tanımlanmış olup kimi zaman idrarda şeker çıkması sebebi ile “tatlı idrarlı hastalık” kimi zamanda “sedanter” hareketsizliklik hastalığı olarak değerlendirilmiştir. “Diabetes Mellitus” günümüzün temel sağlık sorunlarından birini oluşturmaktadır. Aslına bakarsak dünya tarihinde çok eski zamanlardan beri bu hastalık tanımlanmış olup kimi zaman idrarda şeker çıkması sebebi ile “tatlı idrarlı hastalık” kimi zamanda “sedanter” hareketsizliklik hastalığı olarak değerlendirilmiştir. Temelde diabet glukozun vücutta dağılımını düzenleyen insülin hormonun ya miktarının ya da fonksiyonunun yetersiz olması ile alakalı ortaya çıkan tedavisi ömür boyu devam etmesi gereken kronik bir hastalıktır. Halk arasında şeker hastalığı olarakta bilinen bu hastalık vücutta hemen hemen bütün organ ve sistemleri etkilemesi sebebi ile çok yakın takibi gerekmektedir. Şeker hastalığı kabaca gençlerde ve yaşlılarda olmak üzere iki kısıma ayrılır. Hastalığın ilk belirtileri çok su içme, çok idrara çıkma, ağızda kuruluk hissi ve kilo kaybı olabilir. Uzun vadede kan şekerinin sürekli yüksek seyretmesi gözler, böbrekler, sinir sistemi, kalp ve damarlara zarar verebilir. Gözlerin etkilenmesi ile görmede azalma, görme kaybı böbreklerin etkilenmesi ile idrar miktarında azalma üre yükselmesi ve sonunda sürekli hemodializ tedavisi gerekebilirken kalbin etkilenmesi ile kalp krizine yatkınlık ortaya çıkabilir. Şeker hastalarında temel sorunlardan biride ayaklarda ortaya çıkan yaralardır. Bu yaraların oluşumunda damarların etkilenmesi ile ayakların beslenmesinin bozulması ve sinirlerin etkilenmesi sebebi ile ayaklarda oluşan yaraları hissetmeme önemli rol oynar. Bazan bu yaralar sadece yüzeyel dokuları etkilerken bazande kemik dokuya kadar ilerlemektedir. Yaranın derecesine göre tedavi yaklaşımıda değişmekte olup ilaç tedavisinden amputasyona “hasarlı dokunun cerrahi olarak uzaklaştırılması” kadar gidebilmektedir. Şeker hastalarının sağlıklı bir şekilde yaşamlarını devam ettirebilmeleri için aşağıdaki hususlara dikkat etmeleri gerekir; Ayağınızda çıkan nasır, şişkinlik, kızarıklık, siyahlaşma, tırnak batmalarına, parmak aralarındaki çatlaklara dikkat edin böyle bir şey çıkarsa doktorunuza başvurun. Çıkan yaralara asla kendiniz müdahele etmeyin yaranın genişelemesine sebep olursunuz Ayaklarınızı günlük olarak ılık su ile yıkayın sıcak su kullanmayın suyun ısısını elinizle değil termometre ile ölçün Ayak ve bacağınızda uyuşma karıncalanma soğukluk veya hissetmeme tespit etti iseniz doktorunuza başvurun Banyodan sonra ayaklarınızı yumuşak bir havlu ile kurulayınız Ayakkabınızı giymeden önce içini mutlaka kontrol edin içine girebilecek taş, batıcı madde veya pürüzlü yüzey ve yırtık a.çısından dikkat edin Ayakkabı alırken muhakkak ayağınıza en uygununu alın dar, topuklu, sivri uçlu ayakkabılar ayağınıza zarar verebilir Yeni ayakkabınızı hergün ayağınız alışıncaya kadar birer saat giyin Ayaklarınızın üzerine bağdaş kurarak oturmak yerine uzatarak veya sandalyede oturun Çıplak ayakla kum, çakıl, asfalt veya beton üzerinde dolaşmayın terlik giyin Kalın ve yumuşak çoraplar giyin Ayaklarınız üşüyorsa üzerine sıcak şeyler koymayın bu farketmeden yaraların oluşmasına sebep olabilir aynı şeyler soğuk içinde geçerlidir Ayak tırnaklarınızı düz kesin elleriniz titriyor ya da görme sorununuz varsa mutlaka yardım isteyin Sigara ve alkolden uzak durun. Evet yukardaki uyarılara dikkat ederseniz hem yaşam kalitenizi arttırır hemde olabilecek sorunlarda erken teşhis ile bacağınızı olası bir ameliyattan kurtarabilirsiniz, unutmayalım ki kazalardan sonra bacak kesilmesinin en önemli sebeplerinden biri şeker hastalığıdır.
Kan şekeri düşmesi de yükselmesi kadar önemli olup bazı rahatsızlıklara yol açmaktadır. Özellikle yeterli sıvı alınmadığında ve uzun süre aç kalındığında fenalık geçirme, halsizlik ve bitkinlik, soğuk terleme baygınlık ve bayılma yaşanabilmektedir. Kan şekeri düşmesi de yükselmesi kadar önemli olup bazı rahatsızlıklara yol açmaktadır. Özellikle yeterli sıvı alınmadığında ve uzun süre aç kalındığında fenalık geçirme, halsizlik ve bitkinlik, soğuk terleme baygınlık ve bayılma yaşanabilmektedir. . Kan şekeri düşüklüğü bazen yükselmesinden daha tehlikeli bir durum olup diyabet hastalarında görülebileceği gibi, sağlıklı insanlarda da ortaya çıkabilmektedir. Diyabet hastalarında fazla miktarda insülin yada şeker düşürücü ilaç kullanıldığında ortaya çıkabileceği gibi ilacını alan yada insülin’ini yapan hasta yemeğini yemez yada öğün kaçırırsa da ortaya çıkabilir. Ayrıca şeker hastalığının erken dönemlerinde de kan şekerinin düşmesi görülebilir. Sağlıklı insanlarda uzun süren açlıklar, yeterli sıvı alınamadığı zamanlarda da görülebilir. Kan şekeri düşmesi, oruç nedeniyle ramazan ayında da sık rastlanan bir durum olarak karşımıza çıkabilmektedir Genellikle aşırı halsizlik, fenalık hissi, kendini kötü hissetme, bitkinlik ve zihnin bulanmasının ardından gelen soğuk terleme ile ortaya çıkar. Kan şekeri düşmesi hızlı ilerlerse, arkasından şok gelebilir, beyin dokusunda ciddi tahribatlar oluşabilir. Kan şekeri düşüklüğüne en basit çözüm, ağızdan birkaç kesme şeker vermek veya şekerli şerbet içirmektir.
Diyabet, tüm dünyada çağımızın en yaygın hastalığı. Zaman zaman kanserle kıyaslanan hatta çoğu kere kanserden daha önemli bir hastalık olduğu düşünülen diyabet tüm dünyada sağlık harcama kalemlerinin en önemlilerinden birisi. Diyabet, tüm dünyada çağımızın en yaygın hastalığı. Zaman zaman kanserle kıyaslanan hatta çoğu kere kanserden daha önemli bir hastalık olduğu düşünülen diyabet tüm dünyada sağlık harcama kalemlerinin en önemlilerinden birisi. Bizim ülkemizde yaygınlığıinsülin direnci de göz önüne alındığında yaklaşık % 20’leri bulduğu belirtilmekte. Yani her beş kişiden biri diyabet hastası. Diyabete eşlik eden hastalıkları da düşündüğümüzde ne denli önemli bir sağlık sorunu ile karşı karşıya olduğumuz çok açık. Genellikle çoğu kere başlangıç dönemimde belirti vermeyen uzun yıllar sessizce ve genellikle sadece insülin direnci ile seyreden erişkin tipi diyabet (Tip 2) bir çok organ sorununa yol açtıktan sonra fark edilmektedir. İyi tedavi edilmediğinde çok ciddi organ yetmezlikleri, organ kayıpları, kalp krizleri, felçler ile karşımıza çıkan diyabet hastalığında bu sorunları engellemek elbette ki mümkün. Diyabeti anlamak, doğru tedavi etmek, yaşam tarzı değişikliklerini doğru yapmakla, diyabetik hastaların normalden daha uzun yaşadıklarını biliyoruz. Nasıl başaracağız bunları? Elbette diyabetle barışmakla ve onunla iyi geçinmekle. Diyabetle yaşamayı öğrendiğimizde aslında bunun çokta zor olmadığını göreceğiz. Hastalarımız hep kafasında büyüttüğü diyet, eksersiz gibi konuların aslında sağlıklı yaşamın gerekli koşulları olduğunu fark edecekler. Stresten uzak hayatın aslında ne kadar değerli olduğunu anlayacaklar. Günümüz toplumunda artık normalleşen ve kanıksanan stres, kötü beslenme alışkanlıkları, hareketsiz yaşam tarzı gibi aslında tam da diyabetin nedenleri arasında bulunun durumlardan kurtulmak, yaradılışımıza ve vücudumuzun genetik kodları ile biyolojik ritmine uygun beslenme rejimi ve uyku düzeni sağlamak, stresten uzak ve hareketli bir yaşam tarzı kazanmak çoğu kere insülin direnci ve başlangıç diyabetin tedavisinde yeterli olacaktır. Kritik bir diğer nokta ise diyabet hastalarımızın tedaviyi sadece doktorlarının yazacağı birkaç ilaç zannetmek yerine kendi kendilerinin doktorları olmalarıdır. Diyabetle barışmak aslında bu kadar kolay, ekonomik ve zahmetsizdir. Diyabetle barışmak demek ise çoğu kere diyabeti olmayan hastalardan tamamen farksız, rahat ve uzun bir ömür sürmek demektir.
Kalp hücrelerinin beslenmesini sağlayan koroner damarların daralma, tıkanma yada spazm nedeniyle yada kalp hücrelerinin faaliyetinin artması ile ortaya çıkan göğüs ağrılarına angina pektoris denmektedir. Angina pektoris temel olarak kalp kasının oksijen ihtiyacı ile kalbi besleyen damarlardaki kan akımının uygunsuzluğu sonucu olarak ortaya çıkar. Bu gerçek bir koroner hastalığı olabileceği gibi hipertansiyon, çeşitli kapak hastalıkları gibi kalbi büyüten nedenlerle kalp kası kitlesinin artması yada zehirli guatr gibi hastalıklarda kalp kasının aşırı faaliyet göstererek oksijen dolayısıyla kan ihtiyacının artmasından kaynaklanır. Ağrının Özellikleri Bir çok tip göğüs ağrısı içinde anginal tipteki ağrıların bir takım özellikleri vardır. Hastalar genellikle bunu göğüste sıkışma, boğulma hissi, göğüsde ağırlık hissi gibi tanımlarlar. Genellikle iyi sınırlandıralamayan, bazen tüm göğse, sırta, kollara, omuzlara yayılabilen bir ağrıdır. Bazen karna yayılarak bir hazımsızlık hissi ile yada ülser ağrıları ile karışabilir. Ağrılar genellikle hafif şiddette olmakla birlikte biraz da kişinin ağrı duyarlılığına bağlı olarak değişen şiddetlerde hissedilebilir. Ağrı stabil angina pectoris’ te olduğu gibi sadece uzun yol yürümek, merdiven çıkmak yada çok yorulmakla ortaya çıkabileceği ve dinlenmekle birkaç dakikada geçebileceği gibi, ilerleyen durumlarda istirahatte iken gelip daha uzun süreli ve daha şiddetli olabilir. Bu duruma da anstabil angina pectoris ismi verilir. Koroner kaynaklı göğüs ağrılarının özel bir tipinde ise koroner damarlarda harhangibir daralma tıkanma gibi organik lezyon yoktur. Çeşitli nedenlerle koroner damarların büzülerek spazm yapması da aynı anginal ağrıyı ortaya çıkarabilir ki bu durum da vazospastik angina’dan söz edilir. Stabil angina ‘da ağrılar genellikle sadece istirahatte olurken tüm angina tiplerinde efor dışında soğuk hava, aşırı yemek, sigara ani öfke ve heyecan gibi sebepler de ağrıyı kolaylaştırıp ortaya çıkarabilir. Kalp krizi de dediğimiz myokard enfarktüsünde ise bir yada daha fazla damarın ani olarak tam tıkanması söz konusudur. Burada ağrı temel olarak anginaya benzerse de çok şiddetli, dayanılmaz bir ağrıdır. Hastanın genel durumu çoğu kere süratle kötüleşir, tansiyon düşer, kalp fonksiyonları bozulur. Myokard enfarktüslerinin çoğu daha hekime yetiştirilemeden ölümle sonuçlanır. Nedenleri ve Risk Faktörleri Angina ağrılar da temel neden kalbi besleyen koroner damarlarda çeşitli nedenlerle ortaya çıkan damar sertliğidir. Koroner arterlerin iç yüzeyinde kolesterol ve yağ birikimi ve bunun üzerine eklenen kalsiyum la ortaya çıkan plaklar damar içindeki dolaşımı bozar. Bunun dışında Aort kapak hastalıkları, aort darlığı yada yetmezliği, kalp ritm bozuklukları, yüksek kolesterol ve çeşitli yağ metabolizma bozuklukları, metabolizma artışına neden olan örneğin zehirli guatr ve ağır kansızlık gibi durumlarda anginal ağrıya sebep olabilir. Hipertansiyon hem kalp kasında kalınlaşmaya neden olarak kalbin oksijen ihtiyacını artıracağı gibi aynı zamanda damar içindeki yüksek basınç damar sertliği oluşumunu kolaylaştırarak koroner kalp hastalıkları için önemli risk faktörlerinden birini teşkil eder. Diğer risk faktörleri arasında aşırı şişmanlık, sigara ve alkol kullanımı, hareketsiz ve düzensiz hayat tarzı sayılabilir. Şeker hastalığı hem küçük damar harabiyeti yaparak hem de damar sertliği oluşumunu hızlandırarak çok önemli bir risk faktörünü oluşturur. Şeker hastalığında çok önemli bir husus bu hastalarda kalp hastalıklarının belirtilerin maskelenmiş olması ve kalp kasında meydana gelen kanlanma bozukluklarının çoğu kere belirti vermeden sessiz seyretmesidir. Bu nedenle şeker hastalarının rutin kontrollerinde kalple ilgili hiçbir şikayetleri olmasa bile bu yönden de incelenmeleri çok önemlidir. Teşhis Yöntemleri ve Laboratuvar Bulguları Öncelikle önemi olan tam bir fizik muayenedir. Ancak sadece muayene ile koroner kalp hastalıklarının tanısında yeterli ve güvenli sonuçlar elde etmek mümkün değildir. Son yıllarda kalp damar hastalıklarının tanısında çok önemli tetkik yöntemleri geliştirilmiş ve bu gün için tanı ile ilgili bir zorluk kalmamıştır. Önemli inceleme yöntemleri aşağıdaki gibi sıralanabilir. EKG: hastaların büyük çoğunluğunda istirahatte çekilen EKG normaldir. Renkli doppler ekokardiografi: Kanlanması bozulan kalp kası bölgelerindeki lokalize hareket kusurları, kalbin pompa gücü ve kalp kaslarının kompliansı (elastikiyeti), altta yatan çeşitli kalp kapak ve kas hastalıkları bu yöntemle ortaya çıkarılabilir ve tanıda çok önemli bir yeri vardır. Eksersiz testi (eforlu EKG): İstirahat sırasında gözlenemeyen EKG değişiklikleri normal EKG’ye oranla çok daha hassas ve doğru biçimde değerlendirilir. Holter EKG: Gün içindeki değişiklikleri incelemede çok yararlıdır. Özellikle şeker hastalarındaki sesiz koroner olaylarının aydınlatılmasında önemli bir yeri vardır. Koroner Anjiografi: Organik koroner lezyonlarının ortaya çıkarılmasında çok değerlidir. Koroner damarlardaki daralma yada tıkanmanın yeri ve şiddeti hakkında objektif ve sayısal sonuçları çıkarır. Tedavi yönteminin belirlenmesinde büyük önemi vardı. Bunun dışında kan yağları ölçümü, rutin diğer biyokimyasal incelemeler tanıda önemli yer tutar. Tedavi: Tedavi; ilaç tedavileri, günlük hayatın ve beslenmenin düzenlenmesi, altta yatan diğer hastalıklar yada risk faktörlerinin ortadan kaldırılması, düzenli eksersiz ve her şeyden önemlisi hastanın doktoru ile yakın ilişki içinde olması gibi öğeleri kapsamaktadır. Bu gün için tedavide kullanılan bir çok grup ilaç olmakla birlikte, belli başlıları şunlardır. Beta blokerler: kalp atım sayısını ve kan basıncını düşürerek kalp kaslarına daha fazla kan gitmesini sağlarlar. Nitratlar: Koroner damarları genişletir ve kalp kasına daha fazla kan gitmesini sağlarlar. Dil altında eritilmek, yutulmak yada cilde yapıştırılmak yoluyla kullanılırlar. Kalsiyum kanal blokerleri: koroner damar spazmını azaltırlar. Kalp atım hızını da yavaşlatabilirler. Aspirin ve türevleri: Bu gün için koroner hastalıkların önlenmesi ve korunmasında en önemli ilaç grubudurlar. Bu ilaçlardan hiç biri doktor tavsiyesi ve gözetimi olmadan kullanılamaz. Nelere Dikkat Etmelisiniz: Öncelikle hastalağınızla iyi geçininiz, ne gereksiz bir kalp hastalığı paniğine kapılınız ne de umursamazlık içinde olunuz. Doktorunuz ile yakın ilişkide olmayı ihmal etmeyiniz. Sigara, alkol, şişmanlık, stress, düzensiz hayat tarzı gibi kolaylaştırıcı faktörlerden uzaklaşınız. Düzenli bir beslenme alışkanlığı kazanıp, az yağlı ve düşük kolesterollü gıdalarla besleniniz, doktorunuz size en uygun olan gıda rejimini düzenleyecektir. Her gün düzenli eksersiz yapmayı ihmal etmeyiniz. Haftada 3-4 kez 20 dakikalık düzenli aerobik eksersizler kalp sağlığını korumada çok önemlidir. Düzenli eksersiz aynı zamanda yüksek tansiyonun kontrolünde de çok önemlidir. Mutlaka yürüme alışkanlığı kazanınız. Hangi Durumlarda Doktora Başvurmalısınız? Göğüs Ağrısı beş dakikadan uzun sürmüş ve kısa etkili nitrat (dil altı) almanıza rağmen geçmemişse İlk kez bir göğüs ağrısı hissetmişseniz Nöbetler eskiye göre dahada uzun sürüyor ve şiddetleniyorsa Kullandığınız ilaçlara ait bir yan etki gözlemliyorsanız Hastalığınızın seyri sırasında beklenmedik en küçük bir farklı belirti hissediyorsanız.
Hipertansiyon, kan basıncının normal kabul edilen değerlerin üzerine çıkması ve sebat etmesidir. Genellikle arteriol denen küçük kan damarlarının daralması sonucu kanın damar duvarına daha fazla basınç yapmasıyla ortaya çıkar. Bu daralan damarlardan kanı geçirebilmek için kalp daha çok çalışır ve sonuçta kalp yetmezliğine kadar varan problemler ortaya çıkar. Ayrıca yüksek tansiyon böbrek, beyin ve göz damarlarında hasarlara yol açarak bu organlarda kanama ve bozukluklara da yol açabilir. Hipertansiyon, kan basıncının normal kabul edilen değerlerin üzerine çıkması ve sebat etmesidir. Genellikle arteriol denen küçük kan damarlarının daralması sonucu kanın damar duvarına daha fazla basınç yapmasıyla ortaya çıkar. Bu daralan damarlardan kanı geçirebilmek için kalp daha çok çalışır ve sonuçta kalp yetmezliğine kadar varan problemler ortaya çıkar. Ayrıca yüksek tansiyon böbrek, beyin ve göz damarlarında hasarlara yol açarak bu organlarda kanama ve bozukluklara da yol açabilir. Kan basıncı iki terimle ifade edilir: Sistolik (büyük tansiyon) ve diastolik (küçük tansiyon). Sistolik tansiyon kalbin vücuda kanı pompaladığı -yani kasıldığı- anki damar duvarına kanın uyguladığı basıncı ifade ederken, diastolik tansiyon kalbin gevşediği anda damar duvarına uygulanan basıncı ifade eder. Sistolik basıncın normali 130 mmHg ve altı, diastolik basıncın normali ise 85 mmHg ve altıdır. 140/90 mmHg değerinin üstü ise Hipertansiyon sayılır ve sebat etmesi durumunda tedaviyi gerektirir. Büyük kan basıncı (büyük tansiyon) kaç olursa olsun, küçük kan basıncı (küçük tansiyon) 90 mmHg ya da daha yüksekse sistemik yüksek tansiyon söz konusudur ve tedavi edilmesi gerekir. Son istatistiklere göre normalin üst sınırına yakın küçük kan basıncının (85-89 mmHg) bile bir risk etkeni olduğu anlaşılmaktadır. Küçük (diyastolik) tansiyonun yüksek olmadığı, yani 90 mmHg’nin altında kaldığı, yalnız büyük (sistolik) tansiyonun yükseldiği durumlarda sistolik yüksek tansiyon söz konusudur. 70 yaşın altındaki kişilerde küçük tansiyon 90 mmHg’nin altında kalırken büyük tansiyon 160 mmHg ve daha yüksekse tedavi edilmesi gerekir. 70 yaşın üzerinde tedaviyi başlatacak büyük tansiyon değeri 170 mmHg ve daha üstüdür. Hipertiroidizm, aort kapak yetmezliği ve atar-toplar damar bağlantılarında büyük tansiyon yüksek olmasına karşın ilaç tedavisi gerekmez. Bu durumlarda asıl hastalık tedavi edilmelidir. Hipertansiyon neden önemlidir? Yüksek tansiyon günümüzde hala beyin damarlarındaki tıkanıklık ve kanamalar açısından başlıca risk faktörüdür. Ayrıca, kolesterol ve sigara alışkanlığının yanı sıra miyokart enfarktüsünün başlıca nedenleri arasında yer alır; kalp ve dolaşım yetmezliği olan kişilerin yüzde 75’inde bu hastalıklara neden olduğu bildirilmiştir. Ayrıca tansiyon yükselmesinin damar duvarında kalınlaşma gibi belirgin değişikliklere yol açarak tıkayıcı damar hastalıkları, anevrizmalar ve böbrek yetmezliği gibi bir dizi doku bozukluklarına neden olduğu kanıtlanmıştır. Son 35 yıl içinde yüksek tansiyonun ilaçla tedavisinde dev adımlar atılmış olmasına karşın, yukarıda belirtilen olgular güncelliklerini korumaktadır. Günümüzde fazla yan etkisi olmayan, buna karşılık son derece etkili ilaçlar vardır. Son yıllarda bu tedaviler sonucunda kan basıncının düşürülmesiyle kalp ve damar hastalıklarına yakalanma ve bu hastalıklardan ölme oranının belirgin ölçüde azaldığı kanıtlanmıştır. Bu tedavilerin yüksek tansiyonlu hastaların tedaviden sonraki yaşamları üzerindeki etkileri incelenmiş ve özellikle felç, kalp ve dolaşım yetmezliği ile böbrek yetmezliğinin ortaya çıkma sıklığının azaldığı, buna karşılık, söz konusu ilaçların yüksek tansiyonlu hastada miyokart enfarktüsü yada anjina pektoris gibi kalp kasının yeterince kanlanamamasına bağlı hastalıkların önüne geçilmesinde daha az yararlı oldukları belirlenmiştir. Hipertansiyon tanısı nasıl konur? Tanı konması için kan basıncı; tekniğine uygun ölçülmeli ve birbirinden farklı zamanlarda yapılan üç arı ölçümde de kan basıncı yüksek çıkmalıdır. Kan basıncı ölçümlerinde pek çok kısıtlama ve hata olasılığı vardır. Bunların başında hastanın muayeneye ve hekime olan tepkisi gelir. Burada tansiyon heyecan nedeniyle tepkisel olarak yükseldiği halde, kişiye yanlışlıkla yüksek tansiyon tanısı konur. Nasıl anlaşılır? Olguların büyük bir bölümünde dikkatli bir ölçümle yüksek tansiyon tehlikesi olup olmadığı belirlenebilir; İkincil yüksek tansiyonun nedenlerini saptayabilmek için genel bir muayene yapılması önemlidir. Kan basıncı normal seyreden kişiler (130/85’in altı) iki yılda bir, sınırda olanlar (130/89) ise en az yılda bir check-up yaptırmalıdırlar. Tansiyon ölçümleri mutlaka bir sağlık personeli tarafından yapılmalıdır. Elektronik ölçüm cihazları yerine basınçlı ve klasik kola sarılan manşonu olan ve steteskop yardımıyla ölçümler yapılmalıdır. Hipertansiyonun belirtileri nelerdir? Hipertansiyonun tek bir sebebi yoktur. Oluşum mekanizması bakımından iki tür yüksek tansiyon vardır: Birincil (ya da esansiyel) ve ikincil. Birincil yüksek tansiyonun nedenleri tam olarak bilinmemekle birlikte, hastalığın oluşumunda kalıtım, ruhsal açıdan çabuk etkilenen heyecanlı kişilik, şişmanlık gibi bazı etkenler saptanmıştır. İkincil yüksek tansiyon aşağıdaki hastalıklardan sonra ortaya çıkabilir: Böbrek dokusu ve böbrek atardamarlarında yerleşen hastalıklar (akut ve kronik böbrek iltihabı, polikistik böbrek), böbreküstü bezinin kabuk bölümündeki hastalık nedeniyle kortizon ya da aldesteron hormonlarının fazla salgılanması sonucu görülen Cushing hastalığı ve Crohn hastalığı, böbreküstü bezinin iç kısmının (medulla) tümörü (feokromositom), aortun kalpten çıktığı bölgedeki darlığı, kafa içi basıncının artması. Hipertansiyonun zamanla vücutta yol açabileceği bazı problemler nelerdir? Arteriyoskleroz(Damar sertliği): Bu durum da sonuçta kalp krizi, felç gibi problemlere yol açar. Kalp büyümesi: Sürekli yüksek basınçta kan pompalamak zorunda kalan kalbin kendi kasları büyür ve kalınlaşır, bir müddet sonra da kalp yetmezliği gelişir. Kalp krizi Böbrek hasarı Felç ve beyin kanaması Görme bozuklukları Cinsel yetmezlik Mental bozukluklar Kimler hipertansiyon riski altındadır? Aslında herkes. Ama bazıları daha fazla risk altındadır: Menapoz dönemindeki kadınlar, yaşlılar, sigara içenler, şişmanlar, ailesinde hipertansiyon olanlar, yoğun stress altında olanlar, şeker hastaları, alkol kullananlar, gebeler. Hipertansiyon nasıl tedavi edilir? Belirti ve yakınmaların az yada çok olmasına bakılmaksızın tüm yüksek tansiyonluların mutlaka hekime gitmesi gereklidir. Tedavi seçimi ancak hekimin işidir. İkincil yüksek tansiyonda tedavi öncelikle temelde yatan hastalığın tedavisine yöneliktir; birincil yüksek tansiyonla ve basıncı normale inmesiyle sorun çözülemezse komplikasyonların tedavi edilmesi gerekir. Beslenmede ve günlük hayatta nelere dikkat edilmelidir? Bazı istatistikler sanayileşmiş toplumlarda nüfusun yarısından çoğunun fazla kilolu olduğunu göstermektedir. Bu durum genellikle yüksek tansiyon, şeker hastalığı ve damar sertliğiyle birlikte görülür; öte yandan tek başına da kalp ve dolaşım sistemi hastalıkları için bir risk faktörüdür. Bu nedenle yüksek tansiyonlu, şişman hastanın normal kilosuna getirilmesi büyük önem taşır. Hafif ya da orta derecede yüksek tansiyonlu hasta, çoğu zaman yalnızca kilo vererek kan basıncını normal değerlere düşürebilir. Özellikle hayvansal kökenli doymuş yağlar (tereyağ, içyağı) az kullanılmalıdır. Bu maddeler aşırı miktarda alınırsa kandaki kolesterol düzeyi artar; buna bağlı olarak yüksek tansiyon ve öteki kalp ve dolaşım sistemi hastalıkları açısından risk yükselir. Sebzeyle beslenen topluluklarda çok az kişide yüksek tansiyon görüldüğü gözlenmiştir. Besinlerde aşırı tuz alımı da engellenmelidir. Tuz kendi başına güçlü bir damar büzücüdür ve tansiyonu düzenleyen bazı sistemleri etkiler. Ama yapılan son araştırmalar tuz kısıtlamasının bütün birincil yüksek tansiyon durumlarında ekili olmadığını göstermektedir. Sonuç olarak tuz kısıtlamasına yanıt veren ve vermeyen birincil yüksek tansiyon çeşitlerinden söz edilebilir. Son zamanlarda dikkatlerin odaklaştığı bir başka nokta ise potasyumdur. Potasyumca biraz zengin bir diyetin henüz tam olarak aydınlatılamamış mekanizmalarla tansiyonu düşürdüğü gözlenmiştir. Kahve de kan basıncında birkaç saat süren 5-20 mmHg’lik yükselmelere yol açtığından kısıtlı miktarda alınmalıdır. Alkol alımı da zararlı olabilir, alkol alındığında sempatik sinir sisteminin uyarılmasına bağlı olarak uzun süreli yüksek tansiyon görülür. Sonuçta, yüksek tansiyonlu hasta peynir ve öbür süt ürünleri de içinde olmak üzere çok az hayvansal yağ ve tuz tüketmeli, bol meyve ve sebze yemelidir. Gerekenden çok kalori almamalıdır. Hareketsiz yaşamla savaşmak – Yüksek tansiyonlu kişiye önerilen yüzme, yürüyüş, jogging, bisiklet ve kayak gibi sporlar izotonik tiptedir. Tansiyonu sürekli yüksek olan kişi, önerilen egzersizleri uygularsa, sistolik ve diyastolik kan basıncıyla, kalp atım hızının düştüğünü görecektir. Stress den ve sıkıntıdan uzak durmak – Sanayileşmiş toplumlarda çok yüksek düzeyde olan ruhsal gerilim tansiyonun yükselmesine neden olmaktadır. Sigara dumanından uzak durmak – Tek bir sigaranın dumanının tansiyonda 15-20 dakika süreyle ani ve birkaç mmHg’lik yükselmeye yol açtığı kanıtlanmıştır. Aşırı sigara içen kişinin sürekli yüksek tansiyon tehlikesiyle ne ölçüde karşı karşıya kaldığı kolayca anlaşılabilir. İlaç tedavisinde neler yapılabilir? Yüksek tansiyonun ilaçla tedavisi sadece hekimin işidir. Her kişi için bir takım kriterlere uyarak hekimin seçeceği ilaç birbirinden farklıdı. Bazen tek ilaç bazen birkaç ilaç kullanmak gerekir. Kesinlikle komşudan eczaneden rast gele alınan ileaçlar kullanılmamalı ve hekim tavsiyesine uyulmalıdır. Tansiyonun düşürülmesi gereken bazı özel durumlar Yüksek tansiyon ve yaşlılar – Yüksek tansiyon damarlardaki yaşlılığa özgü değişiklikleri hızlandırır. Yaşlılarda sürekli ve sabit yüksek tansiyonun etkilerinin en çok görüldüğü organlar beyin, göz, kalp ve böbrektir. Yaşlı hastaların tedavisinde amaç, sistolik kan basıncının 170 mmHg’nin, diyastolik kan basıncının ise 90 mmHg’nin altına düşürülmesidir. Yaşlılarda tedavi, başka hastalıkların da varlığı nedeniyle gençlere göre daha zordur. Yaşlılarda yalnızca sistolik tansiyonun yükselmesi de sık görülür. Sistolik tansiyon yaşla birlikte yükselir. Yüksek tansiyon ve şeker hastalığı – Yüksek tansiyon şeker hastalarında, şeker hastalığı olmayanlara oranla iki kat sık görülür. Şişmanlık her iki hastalıkta da görülür. Şeker hastalarında tansiyonun kontrol altında tutulması böbrekteki örselenmeyi yavaşlatır ve hastalığın gidişini düzeltir. Yüksek tansiyon ve gebelik – Gebelikte yüksek tansiyon tek başına ya da gebelik eklampsisi tablosunda vücutta sıvı birikimiyle birlikte ortaya çıkabilir. Bu durumun özellikle bebek için olumsuz sonuçları olacağından, tansiyonun dikkatle kontrol altında tutulması gerekir. Yüksek tansiyon ve böbrek yetmezliği – Böbrek hastalığının ağırlaşmasını önlemek için tansiyonun denetim altında tutulması gereklidir. Hekim tansiyonu düşürecek ilaçları seçerken ve dozlarını ayarlarken dikkatli olmalı ve böbrek işlevleri üzerinde olumsuz etkisi olacak maddeleri kullanmaktan kaçınmalıdır. Hipertansiyondan korunmak mümkün mü? Genellikle evet. Başka bir sebebe bağlı (ikincil) hipertansiyondan korunma ve tedavi, altta yatan sebebin tespiti ve tedavisiyle mümkündür. Yüksek tansiyonu önlemede altın kurallar İdeal kilonuzu koruyun. Bu sebeple dengeli ve yeterli beslenmek esastır. Fazla kilonuz varsa mutlaka zayıflamalısınız. Fiziksel olarak daha hareketli olun. Bol bol yürüyün. Düzenli spor yapın. Asla hareketsiz ve hantal olmayın. Sigara içmeyin. İçiyorsanız mutlaka bırakın. Alkolden uzak durun. Alkole asla prim vermeyin. Tuz ve Sodyumu az besinlerle beslenin. Strese prim vermeyin, sakin olun. Huzurlu ve mutlu bir ortamda yaşamaya gayret edin. Düzenli sağlık kontrolleri yaptırın.
Kalp krizi… Ani ölüm… Bunları o kadar sıklıkla duymaya başladık ki. Kendimize hiç konduramadığımız, sanki çok uzaklarda zannettiğimiz kalp damar hastalıkları aslında bizimde o kadar yakınımızda ki. Kalbin etrafında kalbi besleyen küçük damarların çeşitli nedenlerle daralması ya da tıkanmasından meydana gelen koroner kalp hastalıkları, önceleri çoğunlukla yaşlıların hastalığı olarak düşünülmek ve bilinmekle birlikte giderek çok genç yaşlarda da ortaya çıkmaya başladığını görmekteyiz. Neredeyse yirmili yaşlarda bile kalp krizlerini, bundan dolayı olan ani ölümleri duymaktayız. Neden kalp damar hastalıkları erken yaşlarda bu sıklıkla ortaya çıkmaya başladı? Üstelik gençlerde ortaya çıkan kalp damar hastalıklarının seyrinin çok daha kötü olduğunu, hayatı tehdit eden çok daha ciddi olaylara yol açabildiğini bilmekte ve görmekteyiz. Bunun nedeni genetik ve yapısal bazı durumlar dışında belki de modern yaşam tarzı dersek çok da yanlış söylemiş olmayız. Düzensiz hayat, ayaküstü, dengesiz ve kötü beslenme, bazen hareketsiz bir hayat, alkol, sigara kullanımının bu kadar artması ve stres, stres stres. Genel olarak zaten kendine ve sağlığına gerek ekonomik sebepler gerekse ihmalciliği nedeniyle yeterince zaman ayıramayan bir toplumuz. Çoğu kere ihmal ettiğimiz küçük ayrıntılar çok önemli problemlerin göstergesi olabilmekte. Gerçekten kalp krizlerinin çoğu böyle birden bire mi ortaya çıkıyor? Çoğu kez hayır. Daha önceden bir şikâyeti olmadığı halde kalp krizi geçiren hastalarla daha sonra yaptığımız konuşmaların çoğunda daha önceden kişinin önemsemediği, üzerinde durmadığı başka nedenlere yorduğu birtakım belirtilerin olduğunu görüyoruz. Son zamanlarda çabuk yorulma, özellikle yokuş merdiven çıktığında göğüste sıkıntı, baskı ve huzursuzluk hissi, bazen nefes sıkıntısı, ya da çarpıntı gibi belirtiler daha sonra gelebilecek önemli bir kalp sıkıntısının öncü belirtileri olabilmektedir. Neler Yapılabilir? Bir Kalp Krizini Önceden Fark Edebilmek Mümkün Müdür? Çoğu kere evet, günlük rutin elektrokardiyografiki ncelemelerin bu konudaki katkısı çok olmamakla birlikte çok kolaylıkla uygulanabilen bir ekokardiyografik inceleme ve basit bir egzersiz efor testi o güne kadar sessiz kalmış ama patlamaya hazır bir bomba gibi bekleyen kalp problemlerini hemen tama yakın ölçüde ortaya çıkarabilmektedir. Özellikle anjiyo tekniklerinin çok daha kolay uygulanabilir ve başarılı hale gelmesi ile koroner kalp hastalıklarının tanısında bu gün için artık bir zorluk kalmamıştır. Tek sorun hastalarımızın biraz daha bilinçli ve biraz daha sağlığına özen gösterir olmasıdır. Koroner kalp hastalıkları için önemli risk faktörü olan yüksek tansiyonu, şeker hastalığı, kan yağlarında yükseklik bulunan kişiler biraz daha dikkatli olmalı ve biraz daha hassasiyetle incelenmelidir. Gönül rahatlığı ile söyleyebiliriz ki bu gün tıp teknolojisinin geldiği noktada çözümler çok kolaylaşmıştır. Yeter ki kendimize özen gösterelim.
Bugün dünyanın gündeminde olan küresel ısınma sağlık açısından da olumsuz sonuçlar doğurabilir. Son zamanlarda ortaya çıkan iklim değişiklikleri şimdiden insan yaşamını ciddi olumsuzluklara itmekte olup doktor olarak ilk dikkatimizi çeken şey, gerek üst gerekse alt solunum yolları enfeksiyonlarının geçen yıllara göre artmasıdır. Hava koşullarının bu şekilde seyretmesinin birçok virüs ve bakteri için uygun üreme ortamı oluşturmakta bu nedenle sinüzit, farenjit gibi hastalıkların yanı sıra zatürre, bronşit gibi daha ciddi enfeksiyonların da giderek artmaktadır. Vaka sayısının artmasından daha önemlisi, enfeksiyon etkenlerinin giderek daha atipik hale gelmesi ve mücadele etmesi daha zor mikroorganizmaların klinik olarak daha kötü ve tedavisi güç enfeksiyonlar oluşturmasıdır. Bu tür havalar KOAH, kronik bronşit ve astım hastalarının yaşam kalitesini bozmakta, acillere solunum yetmezliğiyle müracaat eden hasta sayılarımızda büyük artış hemen dikkat çekmektedir. Küresel ısınma belki de hiç ciddiye almadığımız, ancak önemli konulardan biridir. Zira küresel ısınma sessiz sedasız hayatımızı etkilemeye başlamıştır bile. Küresel ısınmanın getireceği sağlık sorunları solunum yollarıyla sınırlı kalmayacaktır. Kuraklık ve sağlıklı içme suyu kaynaklarının azalması da bir çok sağlık sorununu birlikte getirecektir. Artık daha önce seyrek gördüğümüz tifo, paratifo, kolera gibi enfeksiyonlarla önümüzdeki dönemde sıkça karşılaşmamız kaçınılmazdır. Sıcaklık artışının birçok böcek türünün üremesini de artıracak ve bu şekilde bozulan doğal dengeyle birlikte böceklerle yayılan sıtma gibi hastalıklarda ciddi artış olması kaçınılmaz olacaktır. Küresel ısınma vücudun bağışıklık sistemini kötü etkileyerek birçok hastalığa davetiye çıkarmaktadır. Ayrıca mevsimsel değişiklikler vücudun biyoritmini önemli ölçüde etkileyerek bahar yorgunluğu denilen belirtilerin artışına sebep olacaktır. Aşırı halsizlik, yorgunluk, isteksizlik, güçsüzlük sıklıkla duyduğumuz şikayetler haline gelmiştir. Depresyon ve benzeri psikolojik rahatsızlıklarda ise bariz artış gözlemlenmektedir. Bütün bu olumsuzluklar aslında kişisel anlamda alacağımız çok basit tedbirlerle önlenebilir ve en azından kendi üzerimizde küresel ısınmanın olumsuz etkilerini azaltılabilir Küresel ısınmanın yol açabileceği sağlık sorunlarına karşı kişisel olarak alınması gereken önlemleri de şöyle özetlenebilir. Mutlaka yeterli sıvı alınmalı, temiz ve açık havada düzenli yürüyüşler yapılmalı, beslenme alışkanlığına dikkat etmeli, düzenli beslenilmeli, bol meyve ve meyve suyu tüketilmeli, beslenmede sebzelere, özellikle yeşil sebzelere ağırlık verilmeli, odaları sık sık havalandırılmalı ve sigara, alkol gibi alışkanlıklar bırakılmayı veya en aza indirilmeli.”
Günümüzde her konuda olduğu gibi maalesef sağlık konusunda da vahşi kapitalizmin ve rant çemberinin çarkları arasında doğru yolu bulmaya çalışıyoruz. İletişim ve bilgiye ulaşma imkânlarının önemli boyutlarda artarak inanılmaz noktalara geldiğini düşünsek de bu durum aslında korkunç bir bilgi kirliliğini de beraberinde getiriyor. Ticari amaçlarla üretilen ve her gün bilerek ya da bilmeden tükettiğimiz birçok ilaç, katkı maddesi, genetiğiyle oynanmış gıdalarla karşı karşıyayız. Üstelik çoğu kere bunların sağlığımız için ne kadar faydalı olduğunu anlatan, doğrudan ve dolaylı birçok reklamın etkisinde bunları tüketiyoruz. Pozitif tıbbın katı kuralları ve dogmaları da bizi çoğu kere doğal tedavi kaynaklarından uzak tutuyor, tamamlayıcı tedavi ve özellikle bitkisel yöntemler konusunda yeterli ve doğru bilgi sahibi olamıyoruz. Tamamlayıcı tıp tedavileri ve bitkisel tedaviler konusunda da maalesef yukarıda anlattığım bilgi kirliliği ve rant ekonomisi nedeniyle bir sürü piyasa şarlatanı ile karşı karşıyayız. Bizim yaklaşımımız tamamlayıcı tıbbı reddetmeden, ancak pozitif tıp ve bilimsel ilkelerden uzaklaşmadan bilimsel tedavileri tamamlayıcı tıp yöntemleri ile ve ancak uzman ellerde birleştirmektir. Muayenehanemizde yakında bununla ilgili uygulamalara şahitlik edeceksiniz.
Psikolojik kökenli bedensel hastalıklar çoğumuzun yaşadığı, aslında altta yatan psikolojik nedenlerin çok da farkına varamadığımız, psikolojik durum ile organik yakınmalar arasında bağ kurulamadığında tanısı ve tedavisi zor ve zahmetli hastalıklardır. Polikliniklere organik yakınmalarla gelen hastaların büyük bölümünde, neredeyse yüzde 60-70’inde, altta yatan psikolojik bir etkenler mevcut olup bu grup hastalıklar ” psikosomatik hastalıklar’’ olarak adlandırılmaktadır. Psikolojik problemlerin, somatik yani bedensel yansımaları sonuç olarak çeşitli organ hastalıkları olarak karşımıza çıkmaktadır. Bir diğer deyişle günlük hayatımızda yaşadığımız psikolojik streslerin beden sağlığını bozduğunu söyleyebiliriz. Aslında insanların günlük hayatlarını, yaşam tarzlarını, alışkanlıklarını değiştiren olayların, yada fizik ve psikolojik streslerin bedensel fonksiyonlarımızı da bir şekilde etkilemeleri kaçınılmazdır. Vücudumuzda strese karşı direncimizi sağlayan stres hormonları ile birlikte işleyen ve otonom sinir sistemimizin de büyük rol aldığı strese karşı uyum ve bir savunma mekanizması vardır. Akut durumlarda kalp hızı artar, tansiyon hafifçe yükselir solunum sayısı ve derinliği, idrar çıkışı , metabolizma hızı artar. Bu akut stres durumlarında tamamen bir adaptasyon mekanizmasıdır. Ancak kronik stres hallerinde bu mekanizma aleyhimizde işlemeye başlar. Stres altında kalp damar ve hipertansiyon sorunları, mide barsak fonksiyon bozuklukları, şeker metabolizmasının bozulması gibi bir çok sorun ortaya çıkmaya başlar. Psikosomatik hastalıklar grubunda yelpazenin bir ucunda depresyon, anksiyete, duygulanım bozuklukları gibi hastalıklar, diğer ucunda ise mide ve on iki parmak ülseri, kalın bağırsak hastalıkları, kalp hastalıkları ve hipertansiyon gibi çok farklı organik hastalıklar bulunabilir. Organik hastalıklar organların basit fonksiyon bozuklukları şeklinde karşımıza çıkabileceği gibi ağır organik hastalıklar şeklinde de karşılaşabiliriz. Günlük poliklinik pratiğimizde sıklıkla rastladığımız hazımsızlık aşırı gaz, dışkılama sorunları, halsizlik, yorgunluk, çarpıntı, nefes sıkıntısı, iştah değişiklikleri, kilo değişkenliği, inatçı baş ağrıları, yaygın vücut ve kas ağrıları, cinsel isteksizlik ve cinsel fonksiyon bozuklukları aslında arka planda bir psikosomatik hastalığın belirtisi olabilir. Günümüzde bunun yakın bir örneğini ekonomik kriz nedeniyle görmekteyiz. Bu tarz ortamlarda insanlar çok ciddi psikolojik baskı altında kalmakta, hayatlarının bir anda değişmesi depresyon, içe kapanma veya kendine güveni yitirmeye neden olmakta bu durumunda organik problemlere davetiye çıkarmaktadır. Yani bir bakıma ekonomik krizde psikosomatik hastalıklara yol açmaktadır. Önemli bir konu da psikolojik streslerin yeme, içme alışkanlıklarını bozmasıdır. İştah artışı ya da azalması alkol ve sigara tüketiminde artışla karşılaşabilmekteyiz. Duygusal yapımız da psikosomatik hastalıkların oluş ve ortaya çıkış şeklini önemli ölçüde etkilemektedir. Duygusal, içe kapanık, ifade etme zorluğu yaşayan kişililerde psikosomatik hastalıklar daha kolay ve daha sıkıntılı tablolarla karşımıza çıkmaktadır. Psikosomatik hastalıklarla baş etmenin yolu öncelikle doğru tanı koymakla mümkün olur. Çok geniş bir yelpazede birbirinden farklı ve tipik olmayan belirtiler bulunduğu için öncelikle bir uzman hekim tarafından organik hastalıkların belirlenmesi amacıyla ayrıntılı bir inceleme yapılması gereklidir. Bu incelemeden sonra oluşmuş herhangi bir organik sorun varsa bunlar tedavi edilmeli ve mutlaka bir psikolog ve gerekirse psikiyatri uzmanından destek alınmalıdır. Düzenli sağlıklı ve dengeli bir beslenme mutlaka sağlanmalıdır Psikosomatik hastalığı olanların çevrelerinde mutlaka dostları, dertlerini paylaşabilecekleri, konuşabilecekleri insanlar olmalı. Yalnız kalmamaları, iş dışında kendilerine daha fazla zaman ayırmaları, spor yapmaları, doğada zaman geçirmeleri ve mutlaka bir hobi edinmeleri faydalı olacaktır.
Şeker hastalığı bir çok organ sistemini bir arada etkileyen, uzun vadede organlara kalıcı hasar oluşturan ve bu organlarda oluşturduğu tahribatlarla hem hayat kalitesini bozan hem de bir çok başka hastalıklara ve ölüme yol açan kronik bir hastalıktır. Hastalığa karşı bilinçlenme son yıllarda giderek artmakta, artık şeker hastalığının sadece kanda şeker yükselmesi demek olmadığı hastalarımız tarafından da giderek artan düzeyde anlaşılmaktadır. Yine de şeker hastalığının ayaklarda oluşturduğu sorunlar çoğu kere ihmal edilmekte ve ciddiye alınmamaktadır. Bu durum da çoğu kere hastalarımızın ayaklarını kaybetmesi ile hatta ölümlerle sonuçlanmaktadır. Diyabetik nöropati (sinir harabiyeti) en yaygın olarak ayaklardaki ve bacaklardaki sinirleri tutar. Genellikle hafiftir ve çoğunlukla farkedilmeyen bir duyu kaybıyla birlikte olabilir.Bu sıcağı hissetmeme, ayağa batan şeyleri farketmemeye yol açar. Ayrıca yine damarlardaki harabiyete bağlı olarak ayaklarda dolaşım bozukluğu ve damarlarda tıkanma oluşur. Dolaşım bozukluğu ile sinirlerdeki bu harabiyet ayakların kolay yaralanmasına, ayak enfeksiyonlarına, ayak ülserlerine, yol açıp, ayağın kesilmesine yol açan gangrenlere kadar ilerleyebilir. Ayaklarımızı şeker hastalığının sonuçlarından nasıl koruyabiliriz? Sigara ve alkol kesinlikle kullanılmamalıdır. Ayaklar hergün kesik, sıyrık, mantar ve olası kabarcıklar açısından kontrol edilmelidir.Gerekirseayak tabanını görmek için ayna bile kullanmalıdır. Ayaklar hergün yıkanmalı, özellikle parmak araları dikkatlice kurulanmalıdır. Aşırı sıcaktan kaçınılmalıdır. Banyo suyunun sıcaklığı el, dirsek veya en iyisi termometre ile kontrol edilmelidir. Ayaklar üşüdüğü takdirde mutlaka çorap giyilmelidir, tuğla sıcak şişe, elektrikli ısıtıcı soba bu amaçla kullanılmamalıdır. Deniz kıyısı, havuz kenarı gibi sıcak ve sert zeminlerde dolaşılmamalıdır. Çıplak ayakla kesinlikle yürünmemelidir. Ayaklardaki nasırlar için hiçbir zaman kimyasal maddeler, yakılar, nasır ilaçları flasterler kullanılmamalıdır. Ayakkabıların içi giymeden önce her zaman yabancı cisim, batıcı madde, pürüzlü yüzey, yırtık açısından kontrol edilmelidir. Görmesi bozuk olan hastaların aileleri, ayak bakımı açısından eğitilmelidir. Ayaklar uzun süre ıslak kalmamalıdır. Kuru ayaklar için krem veya vazelin ince bir tabaka şeklinde sürülebilir.Bunlar banyo sonrası uygulanıp, kurulanmalıdır. Ancak parmak aralarına kesinlikle uygulanmamalıdır. Ayaklara uygun pamuklu veya yünlü çorap giyilmeli, sıkı çoraplardan kaçınılmalıdır. Çoraplar hergün değiştirilmeli, yamalı ve dikişli çoraplar kullanılmamalıdır. Ayakkabılar ayağa uygun ve rahat olmalıdır. Dar ayakkabılar kesinlikle kullanılmamalıdır. Çorapsız ayakkabı giyilmemelidir. Parmak aralarına giren sandalet giyilmemelidir Ayağınızda kabarcık vb. bir değişiklik gördüğünüzde doktorunuza haber veriniz.
Hipertansiyon çoğu kere doğru değerlendirilemeyen ve bazen gereksiz yere hipertansiyon tanısı koyduğumuz halde bazen de tansiyonu gerçekten yüksek olduğu halde hastalarımızın tansiyon ölçtürmemesi ya da hekime zamanında ulaşmaması nedeniyle bazen tadı ve tedavisinde geciktiğimiz önemli bir sağlık sorunudur. Doğru hipertansiyon tanısı nasıl konur? Hipertansiyon tanısı için alt ve üst sınır değerleri nedir? Bir ker tansiyonu yüksek ölçmek hipertansiyon tanısı koymaya yeterli midir? Gün içerisinde oluşan tansiyon değişkenlikleri bir tansiyon dengesizliği ya da düzensizliğinin işareti midir yoksa normal midir? Öncelikle normal tansiyon değerleri nelerdir ve doğru tansiyon nasıl ölçülür sorusuna cevap bulmak gerekir. Yaş gruplarına göre az çok değişmekle birlikte doğru ölçülmüş 140 / 90 üzerindeki değerlerin yüksek tansiyon olarak tanımlayabiliriz. Burada hipertansiyon derecelendirilmesi sınıflandırılmasını anlatmak yerine öncelikle doğru tansiyon ölçmenin nasıl olacağını anlatacağım. Doğru tansiyon ölçmek için kişi mutlaka en az 5 dakika öncesinden istirahate çekilmiş ve uzanır pozisyonda olmalıdır. Ölçüm tekniğine uygun bir şekilde ve koldan yapılmalıdır. Bilekten elektronik cihazlarla ölçülen tansiyon değerleri en ufak bir titreşimden bile etkilenebileceği için çoğu kere doğru sonucu yansımayacaktır. Elektronikpompalı ciharlarla kendi ortamınızda tansiyon ölçebilirsiniz. Burada da cihazın kullanım kılavuzunda yer alan ölçüm tekniğinin mutlaka çok iyi okumalı ve kavramalısınız. İyi 'DİNLENMEDEN' tansiyon ölçüm tekniğine uygun ölçmeden tansiyonunuzun 140 / 90’ın üzerinde olması her zaman bir hipertansiyonunuz olduğu anlamına gelmez. Özellikle sinirsel gerilim hallerinde tansiyonunuzun olduğu gerçek değerinden daha fazla ölçebilirsiniz. Çoğu hastamızın yaptığı en önemli hata tansiyonun yükselmiş olmasından duyduğu endişe ve panik reaksiyonu ile tansiyonu ölçmesidir. Benim tansiyonum yükseldi mi endişesi ve paniği bile tansiyonunuzu birkaç basamak yükseltebilir. Bu nedenle hipertansiyon nedeniyle tansiyon takibi yapılan hastalara çok gerekmedikçe günde 2 kereden fazla tansiyon ölçmeyi önermiyoruz tansiyon yüksekliği korkusu bazen hipertansiyondan DAHA Fazla zarar verebilmektedir. Tansiyonu normal sınırların üzerinde bulunanlarınmutlakabenim tansiyonum yüksek demeden önce profesyonel bir sağlıkçıylagörüşüp tansiyonlarını standart tansiyon aletleriyle ölçtürmelidirler. Bir kez tansiyonun yüksek olması özellikle hafif hipertansiyonlarda gerçek bir hipertansiyonhastalığı bulunduğu anlamına gelmeyebilir mutlaka değişik aralıklarla ölçümler yapılmalı ve tek bir ölçüye bakılmaksızın takip seyriyle değerIendirilmelidir. Bu değerlendirmeler mutlaka bir hekim tarafından yapılmalıdır. Sınırda veya sınırın üstünde yüksek tansiyon tespit edilenler için yüksek tansiyonun nedenlerini ve sonuçlarına ilişkin bir inceleme yapılmalı ve öyle karar verilmelidir. Bu noktada hastanede yada doğrudan sağlıkçıların ölçtüğü tansiyon değerleri de her zaman doğruyu yansıtmayabilir. 1980’li yılların sonlarında Türkiye’de bizim de yaptığımız ve o yıllarda dünyada birkaç merkezde de yapılan bir çalışma özellikle muayene ortamında ve hekim tarafından yapılan ölçümlerin her zaman doğru değerleri yansıtmadığı ve özellikle hastane ortamında hastaların günlük hayatlarından daha yüksek tansiyon değerleri ölçülebildiği görülmüştür beyaz önlük hipertansiyonu da denen bu hipertansiyon çeşidinde tamamen hastanın muayene ortamından duyduğu huzursuzluğu tansiyonunu bir miktar yükseltmesi söz konusudur. Bu nedenle ağır hipertansiyon dışında hekimler de ilk ölçtükleri tansiyon değerleriyle hemen ilaç başlamamalı ve mutlaka hastanın kendi ortamında tansiyonunu takip ettirerek gerçek değerlere ulaşmayı amaçlamalıdır. 24 saatlik tansiyon holter takibi ilk defa tanı alan yada tedavi etkinliği değerlendirilmek istenen hastalarda güzel bir tetkik seçeneği olarak karşımızdadır. Birçok hastamızın düştüğü en önemli yanılgılardanbir tanesi de gün içerisinde ölçtükleri tansiyonların birbirinden farklı değerlerde olmasıdır. Aslında son derece normal olan bu durum bazen hastalarımızın endişelenmesine ve ‘’benim tansiyonum çok düzensiz’’ değerlendirilmesine yol açmaktadır. Gün içerisinde fiziksel ve zihinsel aktivitemiz ile paralel olarak tansiyonun sürekli olarak değişmesi normal bir durumdur. Kısa aralıklarla ölçülen 2 tansiyon değeri bile birbirinden farklı olabilir. Bu durum tamamıyla dolaşım sistemimiz vücudumuzun o anki ihtiyaçlarına uygun olarak dokularımıza yeterli kanın taşıyabilme isteğinden kaynaklanmaktadır. Normal tansiyon değeri sınıflarından kaldığı sürece bu durum tamamen fizyolojiktir. Görüldüğü üzere tansiyon ölçümü ve doğru hipertansiyon değerlendirilmesi düşünüldüğünden daha karmaşık ve hassasiyet isteyen bir durumdur.
Hemen her gün bilgi kirliliğiyle kafasında oluşturduğu birçok evhamla hekime gelen hastalarla karşılaşmaktayız. Özellikle laboratuvar ve tetkik sonuçlarının ne anlama geldiğini ya da kendisinde hissettiği belirtilerin hangi hastalığa işaret edebileceğini internet ortamında araştırmış kendine göre yorumlamış ve hatta tanısını bile koymuş olarak ne şikâyetiniz var sorusuna benim şu hastalıklarım var diyerek hekimden yol göstermesini isteyen bir kitleyle karşı karşıyayız. Öncelikle hekimlerin hastaların bu yönlendirmesinden etkilenmeyeceğini düşünsek bile hekim için bu durumu anlatmak çok gereksiz bir zaman kaybına yol açabileceği gibi fayda sağlamayan birçok tetkikle zaman ve ekonomik kayba yol açacaktır. Birkaç internet taramasıyla herhangi bir hastalık hakkında karar verecek düzeyde bilgi sahibi olmak asla mümkün değildir. İnternet ortamındaki bilgilerin büyük bir kısmı denetlenebilir, kanıtlanmış bilgiler olmayıp doğruluğu çok tartışmalıdır. Sadece dikkat çekmesi için birçok konu abartılmış olabilir yada belli bir yönlendirme amacıyla kasıtlı olarak yanlış, abartılı bilgi verilmiş olabilir. Sağlığın maalesef bir rant aracı olduğu günümüz toplumunda sadece ticari kazanç amaçlı yanlış yönlendirmelere çok sıklıkla rastlamaktayız. İnternetin bu amaçla değil belli bir tanı konulmuş hekim tarafından gerekli yönlendirmeleri ve tedavileri planlanmış durumlarda ancak bir takım ek bilgilerin alınması amacıyla kullanılması doğru olabilir. Yapılan en büyük yanlışlardan birisi hekim tarafından verilen tedavilerin bir takım standart tanılarla karşılaştırılıp tedavi uygunsuzluğuna hasta ya da yakınları tarafından karar verilmesidir. Oysa hekim standart bilgi ile hastayı birleştirecek birçok parametreyi göz önüne alacak ve her hasta için kendine özel bir tedavi planı yapacaktır. Birbirine çok benzeyen iki hastanın hipertansiyon tedavisi birbirinden çok farklı olabilir. Hastalarımıza tavsiyemiz tanı ve tedaviler için internetle uğraşmak yerine bu konuda eğitim almış yıllarca ihtisas yapmış benzer hastalıkları belki binlerce kez tedavi etmiş hekimlerine güvenmeleri ve onların yönlendirmeleriyle hareket etmeleridir. Böylelikle hem hekimin işi kolaylaşacak hem de kendileri gereksiz psikolojik baskılardan kurtulmuş olacak hekime güven tedavi sürecini mutlaka hızlandıracaktır.
Menülerimizin çoğu kere vazgeçilmezi olan mantarlar bilinçli tüketilmezse ölüme yol açan çok zehirli maddeler olabilmektedir. Genel olarak zehirli ve yenebilen mantarlar olarak ikiye ayrılırlar. Kültürde üretilen ve sağlıklı hijyenik koşullarda depolanıp pazarlanan mantarlarda zehirlenme ihtimali hemen daima olmamakla birlikte doğada kendiliğinden yetişen mantarların zehirli olup olmadığını ayırt etmek çoğu kere mümkün değildir. Mantarlar klorofil taşımayan, parazit veya saprofit olarak yaşayan ve sporlarla üreyen canlı organizmalardır. Özellikle de yağ oranının yok denecek kadar az, kalori değerinin çok düşük olması, bunun yanında insan vücudu için gerekli temel maddelerden protein, karbonhidrat, mineral ve vitamin bakımından zengin olması, ve tarifsiz lezzetleri mantarları diyet ürünü olarak ön plana çıkarmıştır, bu özelliklerinden dolayı ülkemizde üretilen mantarlar Avrupa pazarında da geniş yer bulmaktadır. Yani yenebilen mantarlar önerilen bir besindir. Önemli bir ihraç ürünü ve ticari bir maldır. Kültürde üretilen bu mantar grubuyla da zehirlenme ihtimali olmakla birlikte bu tür zehirlenme olaylarında toksin söz konusu değildir ve hayati önemi olan zehirlenme olması da nadirdir. Bu grupla olan zehirlenmeler genellikle ürünün kötü hijyenik ortamlarda çoğaltılıp işlenmesinden ve pazarlanmasından kaynaklanmaktadır. Zehirlenmeler genellikle çeşitli ağırlık derecelerinde ortaya çıkan gıda zehirlenmeleri ve ishal şeklinde olmaktadır. Tedaviye kolaylıkla cevap vermektedirler. Asıl sorun olan doğada yetişen mantarlardır. Bunlarında yenebilen ve zehirli türleri olmakla birlikte yenebilen mantarlarla zehirli mantarların kesin ayırıcı özellikleri yoktur. Halk arasında zehirli mantarların zehirsizlerden ayırımında bir takım yanlış inanışlar bulunmakta ve çoğu kere de zehirlenmeler mantarları çok iyi tanıdığını sanan kişilerde olmaktadır. Bu yanlış inanışların başlıcaları şunlardır; Zehirli mantarlar çok çekici görüntülerde olurlar. Belirli bölgelerde yetişen mantarlar zehirlidir. Zehirli mantar gümüş kaşıkla kaynatılırsa kaşık kararır. Sirkeli, tuzlu suda kaynatmak mantarın zehrini ortadan kaldırır. Pişirilen mantarın zehiri kaybolur. Mantar yoğurt ile yenirse zehirlemez. Kurutulmuş mantar zehirlemez. Çayırda yetişen mantar zehirlemez. Koparılınca mantarın rengi değişmezse zehirsizdir, iç kısım mavileşirse zehirlidir . Salyangozlar zehirli mantarı yemez . Ağaç üstündeki mantarlar zehirlemez . Tüm bunların hiçbir bilimsel değeri olmamakla birlikte doğada kendiliğinden yetişen mantarların zehirli veya zehirsiz olduğunu anlamak mümkün değildir. Nasıl ortaya çıkar, belirtiler nelerdir ? Mantar zehirlenmeleri içerdikleri toksinlerin tipi ve zehirleme özelliklerine göre genel olarak yenildikten sonra belirtileri erken ve geç ortaya çıkan zehirlenme şekilleri olmak üzere sınıflandırılmaktadır. Etkisi erken ortaya çıkan zehirlenme tiplerinde genellikle etkilenen beyin omurilik sistemi ve vücudun stabil iç organ dengesini sağlayan otonomik sinir sistemidir. Bu tür zehirlenmelerde; Yüz ve boyunda kızarma Ağızda metalik tad Kol ve bacaklarda karıncalanma, şişme Ani tansiyon düşmesi ve çarpıntı Baş ağrısı, sıkıntı hissi, nefes darlığı, terleme Kalpte ritm bozuklukları, Terleme, tükrük ve gözyaşı salgılarının artması, Kusma, ishal, karın ağrısı ile giden bir gıda zehirlenmesi tablosu, Görme bulanıklığı, Böbrek hasarına bağlı böbrek yetmezliği ve acil dializ ihtiyacı, Bronş salgılarında artış ve astıma benzer nefes darlığı krizi görülebilir. Bu grup zehirlenmeler çok gürültülü bir tabloyla ve yenildikten sonraki birkaç saat içinde ortaya çıkmasına rağmen tedavileri nispeten kolaydır, genelikle panzehirleri bilinmekte ve uygulanmaktadır, ölümle sonuçlanma ihtimali daha düşüktür. İkinci grup ta etkisi daha geç ortaya çıkan ancak çok ciddi seyreden, içerdiği toksinlerle hücre harabiyeti yaparak zehirlenme ortaya çıkaran ve başlıca Gyromitra ve Phalloides grubu mantarlar ile ortaya çıkan zehirlenmelerdir. Bu tip zehirlenmeler çoğu kere başlangıçta birkaç gün süren sessiz bir dönem yada belli belirsiz ishal belirtilerini takiben çok ağır bir klinik tablo ile böbrek ve karaciğer yetmezliği ile % 60-90 oranında ölümle sonuçlanmaktadır. Asıl korkulması gereken ve pratikte sıklıkla rastladığımız zehirlenmeler bu gruptadır. Gromitra ve Phalloides sendromu olarak isimlendirilen bu zehirlenmelerde genellikle 6-12 saat süren bir sessiz dönemi takiben baş dönmesi baş ağrısı, bulantı kusma sulu bazen kanlı ishal, tansiyon düşüklüğü ve kas ağrıları ortaya çıkmaktadır. Bu dönemde bazen belirtiler hafif geçmekte ve kendiliğinden geçici olarak iyileşebilmektedir. Bu yalancı iyileşme hastaları çoğu kere kandırarak doktora gelmesini engellemektedir. Bir iki gün sürebilen bu iyilik halinin ardından çok ciddi karaciğer ve böbrek yetmezliği belirtileri sarılık, idrarın ani kesilmesi (anuri) şuur kaybı, şok belirtileri, karaciğer yada üre koması ile ölüm olmaktadır. Bizim ülkemizde görülen ve ölümle sonuçlanan mantar zehirlenmelerinin büyük bir çoğunluğunu bu grup zehirlenmeler oluşturmaktadır. Mantar zehirlenmelerini ve bu zehirlenmelere bağlı ölümlerin en aza indirilmesi iki aşamada mümkündür. Öncelikle halkın zehirli mantarlar ve mantar zehirlenmeleri konusunda bilinçlendirilmesi, Mantar zehirlenmesi vakalarının tanı ve tedavilerinin yeterli yapılması. Ülkemizde tüm sağlık kuruluşlarımız ve acil birimlerimiz bu konuda yeterli bilinç ve donanıma sahiptir. Burada önemli olan hastaların belirtileri hafife almadan çok erken dönemde bir sağlık kuruluşuna ulaşmalarının sağlanmasıdır. Yeterli destek ve panzehir tedavileri ile iyileşme sağlanmaktadır. Ancak ülkemizde sık rastlanan ve phalloides denilen mantarlarla olan zehirlenmelerde her şeye rağmen ölüm oranı % 60-90 lara kadar varmaktadır. buradan hareketle mantar konusunda halkın bilinçlendirilmesinin ne kadar önemli olduğu açıkça görülmektedir. Her ne olursa olsun kültür mantarları dışındaki mantarlar tüketilmemeli, kültür mantarlarının da mutlaka hijyenik koşullarda üretildiğinden emin olunmalıdır. Sağlıksız koşullarda saklanan ve pazarlanan kültür mantarlarında da ciddi zehirlenmelerin olabileceği unutulmamalıdır.
Fonksiyonel mide bağırsak hastalıkları günümüzde çok sıklıkla rastlanan, yaşam kalitemizi önemli ölçüde kötüleştiren hastalıklardır. Kabızlık veya ishal gibi bağırsak alışkanlıklarında değişiklik, karın ağrısı, geğirti, mide bulantısı, gaz, şişkinlik, iştahsızlık, hazımsızlık, sindirim güçlüğü, mide yanması, dışkılama sonrası tam rahatlayamama, sık dışkılama ve buna benzer sayabileceğimiz bir çok şikayet çoğumuzun hayatımızın bir döneminde bazen de uzun yıllar boyu yaşadığımız, genellikle de çözüm bulamadığımız, onlarla yaşamaya alıştığımız durumlar. Fonksiyonel mide bağırsak hastalıkları günümüzde çok sıklıkla rastlanan, yaşam kalitemizi önemli ölçüde kötüleştiren hastalıklardır. Ciddi bir toplantı ya da konferansın ortasında ortam sessizliğini bozan bir anda herkesin duyduğu bağırsak gurultuları, kaçacak yer bulamadığımız anlar. Belirtileri Neler ? Defekasyon sonrası bağırsak içeriğinin tam boşaltılamamış olması hissi, Kabızlık yada ishal, Şişkinlik, karında dolgunluk hissi, aşırı gaz, Midede ekşime, yanma, ağıza acı su gelmesi, Güçsüzlük, yorgunluk, halsizlik, Baş ağrısı, Kalp çarpıntısı, Sırt ağrısı, Jinekolojik semptomlar (dism.enore, disparoni), Sık idrara çıkma, Mesane disfonksiyonu, Zayıflama, Konsantrasyon güçlüğü. Birbirinden farklı nedenlerle ortaya çıkan mide bağırsak bozukluklarını öncelikle organik ve fonksiyonel olarak ayırmak gerekir. Bağırsak fizyolojisi en başta beyin sinir sistemi olma üzere hormonal sistem ve daha birçok yapı ile düzenlenir. Çok önemli bir ayrıntı mide bağırsak sisteminin bizzat kendisinin de vücudumuzun önemli dengelerini doğrudan düzenlediği ve etkilediği konusudur. Bunun için son yıllarda bağırsak ikinci beyin tanımlaması yapılmaktadır. Bir diğer konu doğada çoğu canlının simbiyozis dediğimiz bir başka canlıyla ortak yaşaması ve paylaşması olayıdır. Aslında bağırsaklarımızda bizimle yaşayan ve birçok şeyi paylaştığımız bağırsak mikrobiyatası denilen mikroorganizmalar ile yaptığımız paylaşım hayatımızın devamını sağlamaktadır. Bağırsak mikrobiyatasındaki bozulma sindirim fonksiyonlarımızı önemli ölçüde bozmakta ve bugün fonksiyonel olarak değerlendirdiğimiz birçok mide bağırsak bozukluğunun nedeni olmaktadır. Özellikle beslenme tarzımız bağırsak mikrobiyatasını etkileyen en önemli faktördür. Bunun anlaşılması ile birlikte probiyotik ve prebiyotik içeren gıdaların doğru tüketiminin önemi daha iyi anlaşılmıştır. Son yıllarda gündeme gelen kişiden kişiye gaita nakli tedavisinin de mantığı budur. Stres ve düzensiz yaşam tarzı en başta olmak üzere beslenme alışkanlıklarımız, gıdalarla aldığımız çok çeşitli katkı maddeleri, aslında temizlik ve hijyen sunması gereken ancak sürekli adeta yediğimiz deterjan atıkları, gıdalardaki pestisitler, su ve çevre kirliliği, yanlış ve gereksiz antibiyotik ve vitamin kullanımı gibi sebepler hem doğrudan mide bağırsak fonksiyonlarını bozmakta hem de bağırsak mikrobiyatasını etkileyerek sürecin kronikleşmesine neden olmaktadır. Aslında bu nedenler bir yandan da mide, bağırsak, kolon kanserleri, ülserler, yemek borusu reflüsü gibi bir çok organik mide bağırsak hastalıklarının da oluşmasına yol açmaktadır. Ne Yapmak Gerekir? Öncelikle şikayetlerinizin bir uzman hekimce değerlendirilmesi, organik bir hastalık olup olmadığına yönelik incelemelerin yapılması gereklidir. Sorun sadece fonksiyonel ise, yine de gerekiyorsa ilaç tedavisi planlanması ancak aynı zamanda profesyonel bir diyetisyen tarafından düzenli bir beslenme ve yaşam tarzı alışkanlığının kazandırılması, psikolojik faktörler varsa psikolog desteği sağlanması, probiyotik ve prebiyotik kullandırılarak bağırsak florasının düzeltilmesini içeren bir ekip çalışması ile kalıcı iyileşme sağlanabilir. Aksi durumda yıllarca süren ve hastayı hekim hekim gezdiren, önemli ölçüde de maddi harcamayı gerektiren bir süreçle karşı karşıya kalınmaktadır.
Bahar geldi, bu corona günlerinde her ne kadar çok göremesek de doğa bütün güzelliği ile yeniden canlandı. Ancak bahar mevsimi getirdiği güzellikler yanında bizleri farklı şekillerde ve olumsuz da etkileyebilir. Bahar ayları bir takım hastalıkların ve bahar yorgunluğunun da nedeni olabilir. Küresel ısınma ve iklim şartlarına bağlı olarak ortaya çıkan olumsuzluklarla birlikte, bahar aylarında zaten doğada meydana gelen birçok değişiklik, son yıllarda daha abartılı bir biçimde görülmekte, bu da insan organizmasının fizyolojik dengelerini kötü etkileyerek farklı sağlık sorunlarını beraberinde getirmektedir. Bahar aylarında insanların az ya da çok hissettiği sorunların başında, havadaki nem ve iyon dengesinin değişmesiyle ortaya çıkan “Bahar yorgunluğu” gelmektedir, Baharla birlikte güneş daha etkin olmaya başlamakta, bu da nem miktarını artırarak havadaki elektrik yükünün değiştirmektedir. Havada pozitif ve negatif olmak üzere iki türlü iyon bulunmaktadır. Elektrik yükündeki değişim sadece insanları değil doğadaki tüm varlıkları etkilemektedir. Güzel bahar günleri dikkatli olunmazsa, birçok hastalığa neden olabilmektedir. Pozitif İyonlar Mutlu Ediyor Pozitif iyonlar arttıkça insanların kendilerini daha zinde ve mutlu hissettiğini, negatiflerin artmasının ise bahar yorgunluğu denilen belirtilerin ortaya çıkmasına neden olduğunu biliyoruz. Havadaki basınç değişiklikleri de bahar yorgunluğunu tetiklemektedir. Bu dönemde vücudun savunma direncinin düşmesi sağlık sorunlarına adeta davetiye çıkarmakta, özellikle gündüz gece arasındaki ısı farklılığı ya da gün içinde ortaya çıkan ısı değişiklikleri bilhassa virüs enfeksiyonları için uygun ortam hazırlamaktadır. Şehirlerde yaşayan insanlar bahar yorgunluğunu daha yoğun hissetmekte, kırsal kesimlerde yaşayanlarda bunun etkileri daha hafif şekilde görülmektedir. Bahar aylarında havadaki nem ve iyon değişiklikleri solunum yollarında ödeme, dolayısıyla akciğerlere giden oksijen miktarında ciddi azalmaya neden olmaktadır. Bunun sonucunda organizma kendini koruyabilmek, beyin gibi hayati organlara giden oksijeni artırabilmek için diğer organlara giden kan miktarını azaltmaktadır. Bu da metabolizmayı düzenleyen en önemli hormonların salgılandığı tiroit dokusuna giden kan ve hormon salgısını azalmakta, cilt damarlarında daralma meydana gelmekte böylelikle cilt kuruluğu, saçlarda dökülme olmaktadır. Kalp damarlarındaki daralma, özellikle yüksek tansiyon hastalarında ani tansiyon yükselmelerine ve hatta kalp krizlerine kadar giden rahatsızlıklara yol açmaktadır. Oksijenlenme azlığı, aşırı halsizlik ve yorgunluk, isteksizlik, baş dönmeleri, dengesizlik, genel yorgunluk hali, kişinin sabahları uykudan kalkmakta zorlanma, yaygın kas ağrıları, hazımsızlık, aşırı sinirlilik hali ve cinsel isteksizliğe neden olmaktadır. Ayrıca mevsimsel değişiklikler vücudun biyoritmini önemli ölçüde etkileyerek, bahar yorgunluğu denilen belirtilerin artışına sebep olmaktadır. Solunum Yolları Enfeksiyonları Arttı Son yıllarda gerek üst gerek alt solunum yolları enfeksiyonları ile geçen yıllara göre çok daha sık karşılaşılmaktadır. Bunun nedeni küresel ısınma nedeniyle kış döneminde havaların ılıman geçmesi, kar yağmamasıdır. Hava şartlarının bu şekilde seyretmesi birçok virüs ve bakteri için uygun üreme ortamı oluşturduğundan sinüzit, farenjit gibi üst solunum yolları hastalıklarının yanı sıra zatürre, bronşit gibi alt solunum yolları enfeksiyonları da giderek artmaktadır. Vaka sayısı artışından daha önemlisi enfeksiyon etkenlerinin giderek mücadele edilmesi daha zor mikro organizmalar haline gelmiş olmasıdır. Bahar aylarında olumsuz durumlarla karşılaşılmaması için, temiz ve açık havada düzenli yürüyüşler yapılmalı, beslenme alışkanlığına dikkat edilmeli, bol meyve ve meyvesuyu tüketilmeli, odalar sık havalandırılmalı, ani ortam ve ısı değişikliklerinden korunmalıdır. Ayrıca o anki hava durumuna aldanmayarak kıyafet açısından önlem almak ve mutlaka yedek bir ceket ya da mont bulundurmak faydalı olacaktır. Özellikle astım veya benzer diğer alerjik hastalıkları olanların bu konuda daha da dikkatli olması, polen ve çiçek tozlarına karşı kendilerini daha sıkı korumaları gerekmektedir.